Müzikaller tiyatro sahneleri haricinde beyaz perdede de varlığını sürdürürken, varlığı ve karakter inşasını konu alan bir Leos Carax müzikali Annette’nin varoluşçulukla kesişen kaçınılmaz yoluna bu yazımızda değineceğiz.
Leos Carax Kimdir?
22 Kasım 1960 Fransa doğumlu olan yönetmen Leos Carax kendisini ara sıra ölüler için film çeken birisi olarak tanımlıyor. Yönetmenin ölüme olan takıntısı bir dakikalık kısa filminde intihar eden bir adamı oynamasından anlaşılabiliyor. Issız ve sessiz yapısı, melankolik doğasının senaryolarına yansıması kaçınılmaz.
Ancak kendisinden önceki usta yönetmenler gibi iz bırakmak istediğini söylemekten de geri kalmayan Carax’ın sineması yarı gerçekçi yarı distopik -belki de ütopik- anlatım sınırları içerisinde yer alıyor. Yönetmenin Godard’a olan sevgisi de film diline yansıyor. Bunu en iyi filmlerindeki atmosferin Godard eserleriyle paylaştığı ortak karanlıktan anlayabiliriz.
Tüm bunlar yaşam ve ölüm arasında, yönetmenin kendi hayatında da bariz bir şekilde kendisini gösteren bir başka sorgulamayı doğuruyor: Var olabilme. Yönetmenin ismini yeni bir kimlik yaratmak adına değiştirdiği biliniyor. Yani tüm yaşantısını kendi varlığını bulabilmek ve ailesinin ona atfettiği kimliği geride bırakabilmek adına çabalayarak geçirdiğini tahmin etmek zor değil.
Annette (2021) Filmi’nin Hikayesi
Leos Carax’ın son müzikali Annette, ailesi tarafından aile içi dinamikleri koruyabilmek adına bir kukla misali kullanılan bir bebeğin hikayesini anlatıyor. Filme dair heyecan verici teknik detaylar, filmin Sparks ile işbirliği içerisinde yapılan bir müzikal olması.
Film iki ayrı insanı tanıtarak açılıyor. Alaycı ve hakikati anlatmak için komedyenliği seçtiğini söyleyen Henry; aslında gösterilerinde kendini aşağılayarak yüceltmeye çalışan, ego ezilmesiyle başa çıkamayan, kariyeri düşüşteki bir adam. Öte yandan Ann ise büyüleyici, sanatıyla insanları kurtardığını iddia eden bir opera divası… Filmde ısrarla üzerinde durulan ise Ann kariyerinde yükselişteyken, Henry’nin düşüşte olması. Yönetmenin kırılgan erkek egosuna yaptığı göndermeler, bu noktada sosyal psikolojik açıdan bizi kırılgan erkeklik kuramına götürüyor.
Kırılgan erkeklik; “Erkek bir birey Henry gibi başarısız olamaz, eşinden daha aşağı statüde olmak kadın için daha katlanılabilirdir” inancının toplumsal inşacı perspektiften beslendiğini varsaymak, ve bunun sonucunda kadınların (bireyin diğer erkekler nazarında ezilmesinin ana sebebi de bu olur) karşısında kendisini aşağı konumda gören erkeğin pasif-agresif davranışlarla, kadının -yahut diğer erkeğin- onu yenemeyeceğini bildiği alanlarda üstün gelerek kırılan egosunu tamir etmeye çalıştığını öngörmektir. Ayrıca bu kuram temelini erkekliğin kanıtlanmasına dayanan eski geleneklerle de destekler.
Henry baştan aşağı kırılgan erkeklik sendromundan mustarip bir karakterdir. Erkek olarak toplum içinde var olma dürtüsü, aşkın ve ailenin önüne geçecek kadar baskındır.
Ann ise modern kadının bağımsız korkusunu yansıtan bir karakter. Filmde bu durumun üzerinde çok durulmasa da, Ann kocasını Tanrılaştırarak ilişkisini kurtarmak (ve intikam almak) için kızının bedenini kukla gibi kullanmış, ölümünden sonra bile kocasını bırakmamıştır.
Ann’ın var olma çabasının ölümünden sonra bile devam etmesi, Albert Camus’un intiharın absürtlüğü hakkında söyledikleriyle özdeşleştirilebilir.
Albert Camus “İntiharın başkaldırıdan sonra geldiği sanılabilir. Ama yanlış olarak. Çünkü intihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir. İçerdiği boyun eğiş dolayısıyla, onun tam tersidir. İntihar, sıçrama gibi, en son noktasına götürülmüş kabullenmedir.” Der.
Ann ise tam tersi pes etmemiş, var olmanın saçmalığı karşısında onu yok etmeye çalışmış kocasına tutunmuştur.
Bu iki karakterin çatışması arasında, filmin başında -tıpkı seyirci gibi- izleyici konumundaki Annette, ölümünden sonra annesinin ruhunun sesine aracılık yapan bir kuklaya dönüşür. Burada yönetmenin kullanmayı tercih ettiği metafor, filmin gerçekliğini de kırıyor. Annette’yi oynaması için gerçek bir bebek tercih etmek yerine gerçek bir kukla tercih ediyor.
Ann öldükten sonra, işleyen bir makinenin dişlisine takılan yabancı cismi öğütmesi gibi, Henry de lanetini kırılan egosunu tatmin etmek için kullanıyor. Bunu yaparken hem karısının ona takıntısını hem de kızını kullanmış oluyor.
Henry ceza aldığında Ann’ın hayaletini kızının bedenini kukla olarak kullanmayı bırakması da anne ve kız arasındaki bağın yalnızca koca için kurulmasının sağlıksızlığını ve kopukluğunu anlatan güzel bir yan hikaye.
Jean Paul Sartre’ın ”İnsan özgürlüğe mahkumdur” dediği gibi Annette’nin de özgürlüğü de çevresel etmenler (ebeveynler) tarafından kullanılırken, son sahnede eski benliğini arkasında bırakarak gerçek benliğine, bedenine kavuşur. Artık kendi özgürlüğüne mahkumdur. Kendi varlığını aramanın başlangıcındadır.
Özetlemek gerekirse yönetmen filmde; iki cins arasında kurulan dengelerin kişilerin karakterleriyle bağlantısına, aile içerisinde birey olarak var olamamanın sonuçlarına, ilişkiyi düzeltmek için çocukların aile dinamiğindeki rolüne etkileyici bir vuruş yapmış.
Bu yazımızda Annette filminin genel bir incelemesindense, belirli bir olgu üzerinden nasıl şekillendiğini işledik. Varlığımızı değerlendirirken kendimizi öldürmediğimiz anlarda görüşmek üzere.
Sinemanın kült eserleri dikkatinizi çekiyorsa sitemizdeki “Netflix’te Mutlaka İzlemeniz Gereken 10 Kült Film” adlı yazımıza göz atabilirsiniz.