Siyah beyaz filmleri, ışığı kullanmaktaki ustalığı ve kendi hayatına dayanan filmleriyle Bergman, sinema tarihinin sevilen yönetmenlerindendir. Bu yazımızda Tanrı ile insan arasındaki ilişkiye değinen, bir Bergman üçlemesi olan Tanrının Sessizliği üçlemesinin ilk filmini, yani Aynadaki Gibi filmini inceleyeceğiz.
İçerik Başlıkları
Ingmar Bergman Kimdir?
Ingmar Bergman 1918’de bir Papazın oğlu olarak dünyaya gelmiş, 2005 yılında yaşayan en büyük yönetmen ilan edilmiştir. Bergman doğduğu evde sevilmediğini düşünerek büyümüş, sıkı bir dini eğitimden geçmiş, annesinin babasını aldattığına şahit olmuştur. Hayatını sinema ve tiyatroya adayan yönetmenin, oldukça sevgisiz bir çocukluk ve sansasyonel bir evlilik hayatı geçirdiği söylenebilir. Defalarca intihar girişiminde bulunmasının karamsarlığı filmlerine de yansımış, Persona, Island gibi birçok eserinde ölüm, aile, gerçeklik kavramlarını sorgulamıştır.
Bergman’ın Tanrı’nın Sessizliği Üçlemesi
Pek çok eleştirmence yönetmenin olgunluk filmleri olarak bilinen Tanrının Sessizliği üçlemesinin ilk ayağı olarak Aynadaki Gibi filmi öne çıkar. Bu üçleme “Oda Üçlemesi” olarak da bilinir. Sırasıyla:
- 1961 yapımı, Through a Glass Darkly / Aynadaki Gibi
- 1962 yapımı, Winter Light / Komünyon Ziyaretçileri / İbadet Edenler/ Kutsal Ayine Katılanlar
- 1963 yapımı, Sessizlik
filmleri bu üçlemeyi oluşturur. Bu üçlemenin ortak noktası insan ve Tanrı ilişkisi üzerine kurulmuş olmalarıdır. Ancak filmlerde sadece Tanrı’yı değil, aile, sanat ve sanatçı olmak üzerine de kafa yormuştur.
Bergman’ın bir papazın oğlu oluşundan bahsedilmesinin önemi, onun sıkı yönetim altında geçirdiği çocukluk yıllarının Aynadaki Gibi filminin köşe başlarında varlık göstermesidir. Örneğin baş karakterin adı, yani Karin, Bergman’ın hemşire olan annesinin adıdır. Belki de onun yalnız çocukluğu ve tutucu ailesinin Tanrı’dan baskın oluşu, filmlerindeki Tanrıyla hesaplaşmasının temelini oluşturur.
Bergman’ın bu üçleme boyunca uğraştığı gerçek, tam olarak insanın “belirsiz gerçekliğidir”. Üçlemenin ortak özelliklerinden biri de karakterlerin ruhsal boşlukta ve nevroza sahip oluşudur. Onun tüm karakterleri kırılma noktalarını her an yaşamaya hazırdır. Bergman karakterlerinin bu ruh hallerine yabancılaşmamızı değil, özdeşleşmemizi ister.
Aynadaki Gibi Filminin Konusu ve Olay Öyküsü
Şizofreni hastalığından dolayı birkaç ay hastanede yatmış olan Karin, babası David, kocası Martin, kardeşi Minus ile birlikte adada tatil yapmaktadır. Martin karısını çok sevse de iletişimleri oldukça zayıftır. Karin ve Minus’un babası David de kendi iç dünyasına kapanmış bir yazardır. Bu nedenle Karin ve Minus, sevgiye, şefkate ve ilgiye açtır. Film ailenin hayatını kökünden değiştirecek olayları konu alır.
Hikayenin geçmişinde Karin, doktor olan kocası tarafından, tedavi gördüğü hastaneden ailesinin yanına getirilir. Film tüm ailenin denizde yüzerken eğlendiği sahnelerle başlar. Hemen ardından ailece bir yemek yerler. Martin, Karin ve Minus; babaları David’i mutlu etmek için ufak bir tiyatro mizanseni oynar.
Bir sonraki sahnede, Karin ve Minus ormanda sohbet ederek yürürken, Minus kadınları baştan çıkartıcı olmakla suçlar. Aynı zamanda şehirden adaya dönen damat ve kayınpederin Tanrı üzerine olan sohbetinde; damat kayınpederini, kızını Tanrı adına feda etmekle ve Tanrıyla kavga etmekle suçlar.
Yönetmen, bu soğuk ve ıssız adanın ortasında eski bir evin odalarından birinde “Bir Tanrı, dağdan iniyor” dedirtir Karin’e. Bu sahnede Karin, duyduğu seslerin Tanrı’nın sesi olduğunu, Tanrı’yı özlediğini, Tanrı’yla duvar kağıdının ardında buluşacağını söyler.
Tam da bu noktada filmin gerçekliğin yıkılması üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Bilinen her gerçek yıkılır. En başından beri aile içindeki cinsel gerilim -Habil ile Kabil hikayesinde olduğu gibi- Minus ve Karin arasında patlar. Bu bir kırılmadır.
“Zavallı Minus” der Karin. Kendini avcı onu kurban olarak görür. Habil ile Kabil hikayesindeki katil, kurban olmuştur. Bu gerçeklik de yıkılır. Filmde yıkılamayan tek gerçeklik, Karin’in gerçekliğidir. Onu almaya gelen helikopter, onun için onu görmeye geren Tanrısıdır ve hiçbir gerçek, onun gerçek olmayan gerçekliğini yıkamaz. Karin göçer gider, tarafını seçer. Ve geride kalan kurban Minus’un, sevgiye aç bir katil olarak koşma arzusuyla dolup taşmasıyla film biter.
Aynadaki Gibi Film İncelemesi
Bergman filmlerinde çok fazla renk kullanmayı sevmediğinden siyah-beyaz filmler çeker, onun için sinemasal anlatımın dili ışıktır. Işığı en iyi kullandığı film de Aynadaki Gibi filmidir. Ayrıca Bergman’ın mekan içerisindeki ışık kullanımı, karakterlerin ruhsal dünyalarına açılan pencereler olarak işlev görür. Örneğin mekan olarak tercih ettiği adanın kurşuni görüntüsü, ailenin şehir hayatında bıraktıkları insanların sistematik yaşamından ne kadar uzaklaştıklarının tezahürü gibidir.
Ailedeki herkes ruhsal bir çöküntünün tam ortasında gibidir. Martin ne kadar sabretse de karısına bir türlü ulaşamaz. Minus içine kapanık bir ergendir. David bunalımdaki bir yazardır. Ayrıca onun bu sanat takıntısı ailesini de ihmal etmesine neden olmuştur. Karin ise Tanrı’ya ulaşmaya çalışan bir şizofreni hastasıdır.
Bu açıdan bakıldığında, zaten hastanede tecrit altında olan Karin, bu tecrit altındaki adada da bir erkek çemberinin içine düşmüştür. Filmdeki bütün erkekler, Karin’in onları gördüğü şekilde anlamlandırılır. Ona zarar vermeyen tek erkek, erkek kardeşi Minus olabilir. Çünkü Minus henüz erkekliğini keşfedememiş ve Karin üzerinde iktidar kurmaya çalışmamıştır.
Karin bunu şu sözlerle açıklar:
Tam iki şeyin ortasındayım, ara sıra emin olamıyorum. Hastalanıp, bakıldığımı biliyorum. Ama hastalığımı düşler gibiydi. Oysa buradaki düş değil, bu gerçek. Bu gerçek olmalı!
Bergman filmleri, izleyiciyi rahatsız eden gerçeklikler üzerine kuruludur. Persona filmi nevrotik bir karakteri en iyi anlatan filmi olarak bilinse de, Aynadaki Gibi filminde Karin ve Minus arasındaki nevrotik ilişkinin katmanları oldukça başarılı bir şekilde ele alınmıştır. Minus’un annesine bağlanır gibi bağlandığı Karin, aynı zamanda onun iletişim kurabildiği ve ulaşabildiği tek kadındır. Diğer yandan Karin için de durum çok farklı değildir.
Tüm film boyunca ikili arasındaki cinsel gerilim belirgin ancak kanıtlanamazdır. Filmin sonlarına doğru yıkık dökük bir tekne görürüz. Freud’un ana rahmine karşılık gelen bu teknede, Karin ve Minus arasında bir şeyler yaşandığı gerçeği gün yüzüne çıkar. Bu noktadan sonra filmin en can alıcı noktası, Karin ve babası arasındaki diyalogdur:
Karin: -Bu böyle devam edemez.
David: -Ne?
Karin: -Nefret
David: -Ne nefreti?
Karin: -Bunu kendi isteğimle yapmadım. Bir ses bana nasıl yapacağımı söyledi. Çok kötü şeyler yaptım. Karşı koymaya çalıştım ama başaramadım. Yapmaya zorlandım. Zavallı minik Minus. Anlamıyorum bunu. Anlamıyorum. İnsanın kendi karmaşasını görüp anlaması çok korkunç bir şey baba.
David: -Senden af diliyorum Karin. Sana karşı kendimi hep kötü hissettim. Bu nedenle kendimi taşlaştırdım ve görmezden geldim. Sanat denen şey için feda ettiğim yaşamları görüp kendimden iğreniyorum. Annenizin ölümü benim en başarılı dönemime denk gelmişti. Bu başarı benim için annenizin ölümünden bile daha anlamlıydı.
Bergman için “sanat denen şeyin” aileden önce gelmesi, babası için aileden önce gelen “iş”ten daha farklı değildir. David karakteri üzerinden kendisini ve babasını kıyaslar.
Bu konuşmaların ardından Karin kaçarak harabe bir eve saklanır. Evin üstünden uçan helikopter, evin duvarlarında gölge oyunlarına sebep olur. Yaşanılan travmanın ve karısını sevmesinin acısıyla eve koşan Martin ve Karin arasında geçen diyaloglar filmin tamamını özetler niteliktedir. Özellikte Martin Karin’e sakinleştirici yaptıktan sonra, Karin’in kurduğu son cümle filmin kilit taşıdır:
Karin: Kapı açıldı ama gelen tanrı bir örümcekti. Bana doğru geldi ve yüzünü gördüm. Çok korkunç, donuk bir yüzdü. Üzerime tırmandı, içime girmeye çalıştı. Ama kendimi koruyabildim. Sürekli gözlerini gördüm. Soğuk ve sakindiler. İçime giremeyince göğüslerime, yüzüme ve daha yukarıya doğru tırmandı. Tanrı’yı gördüm.
Tüm bunların ardından, önceki sahnelerde “Bir kerecik olsun babamla konuşabilsem. Ama o kendi kabuğuna çekilmiş herkes gibi.” sözleriyle babasıyla arasındaki uçurumu anlatan Minus, babasıyla konuşarak Tanrı’yı bulur. Kimse Karin’in gerçekliğini değiştiremediği gibi, artık Minus’un gerçekliğini de değiştiremeyecektir.
Filmi incelemeyi ismiyle sonlandırabiliriz. Filmin orijinal adı Såsom i En Spegel, tam olarak çevrildiğinde “siyah camın ardından” olarak çevrilir. Bu isim İncil’e bir gönderme yapar. Bergman’ın derin dini bilgisinin ve Tanrı ile olan kavgasının izlerini burada bile görebiliriz.
Film incelemeleri dikkatinizi çekiyorsa yine sitemizde yer alan Kieślowski’nin Öldürme Üzerine Kısa Bir Film’i İncelemesi adlı yazımıza da göz atabilirsiniz.