Geçecek Zaman Kitabına Kısa Bir Bakış

Toplam beş buçuk öyküden oluşan Geçecek Zaman, okurun zaman ve mekan üzerine tekrar düşünmesini sağlar. Tarihi mekanlarıyla-yaşanmışlıklarıyla İstanbul, eski bir handaki dergi yazıhanesi, alegorisi kendinden menkul bir orman, perdesiz evlerin gözetlendiği bir yazar penceresi ve kocaman dağlarla kuşatılmış küçük bir taşra şehri… Gün gün, ay ay, yıl yıl geçen zaman… Eserdeki öyküleri sizler için kısa kısa değerlendirdim.

Mustafa Çevikdoğan Kimdir?

1984 yılında Sivas’ta doğan sanatçı Dil ve Tarih- Coğrafya fakültesinden mezundur. 2005’ten beri yayıncılık sektöründe çalışan Mustafa Çevikdoğan önemli Türk klasiklerini Can yayınları için yayıma hazırlamıştır ve aynı yayınevinde editör olarak çalışmaya devam etmektedir. Çeşitli yerlerde öyküleri yayımlanan sanatçının ilk kitabı Temiz Kağıdı 2017 yılında Can Yayınları’ndan çıkmıştır.

Mustafa Çevikdoğan, ekim ayında çıkan yeni öykü kitabı Geçecek Zaman’la ikinci defa selamlıyor okurunu.

Büyük yazarlara sonsuz dakika saygı duruşuyla başlayan öykü kitabı, şifreli bulmacalarla, bir ormanda kendisini yalıtmış -al gülüm ver gülüm- yazarlar köyüyle, dürbünüyle karşı evdeki orman cinini takip eden yazarla, taşrada yaşayan ve aşk acısı çeken bir akademisyenle devam eder.

Mustafa Çevikdoğan, Geçecek Zaman (İleri Haber)

1. Öykü: Sizin Zamanınızda

Sizin Zamanınızda adlı öyküde karşımıza büyük yazarların eserlerine hapsettikleri zamanın büyüsüne kapılmış, onlar gibi yazmaya öykünen bir anlatıcı çıkar. Büyük yazarların yaşadıkları devri görme, gördüğünü eşsiz bir üslupla anlatma biçimine hayrandır. Abdülhak Şinasi Hisar, Ziya Osman Saba, Selim İleri, Nahit Sırrı Örik, Marcel Proust anlatıcının sözünü ettiği yazarlardır.

Öykü, yeni atanmış matematik öğretmeni Kemalettin Bey’in görevden önceki son gecesiyle başlar. Ancak öykünün ikinci paragrafında asıl anlatıcı ortaya çıkar. Anlarız ki öykü Kemalettin Bey’in 1960’ında değil anlatıcının 2018’inde geçmektedir ve yine görürüz ki anlatıcı gerçek Kemalettin Bey’i değil kendi kurmaca Kemalettin’ini merak ediyor ve araştırmak istiyor. Böylece yazar, anlatıcıya kurgusunu türlü olasılıklarla sınama olanağı verir.  Anlatıcı, Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği adlı kitabı, internet üzerinden Manisa’daki bir sahaftan almıştır. Eserin eski sahiplerinden biri belki de ilk sahibi olan Kemalettin Bey’in kitabın üstüne not düştüğü temellük kaydı etrafında oluşan sorular, metnin tetikleyici-sürükleyici araçları olur. Kemalettin Bey 1960’lar Türkiye’sinde öğretmendir, o yıllarda öğretmen olmak belli bir tipin temsilcisi olmaktır. Ona biçilmiş kıyafet bellidir ve anlatıcı bu kıyafeti kendi kurmaca ama çok gerçek Kemalettin’ine itinayla giydirmiştir. Kemalettin Bey’in omuzlarında hep o yük vardır: garibanlık ve bozkır. Sadece öğrencilerini değil bütün bir toplumu aydınlatmakla görevlidir.

Anlatıcı, metin boyunca sözünü ettiği yazarlarla konuşur. İstanbul’un ve ülkenin geldiği halin en çarpıcı şekliyle ortaya çıktığı Beyoğlu, medeniyetsizliğin geçerli ve değerli olduğu bir yerdir artık.  Abdülhak Şinasi Hisar’ın herkesin kolayca okuyup hazmedemeyeceği bir şekilde yazdığını; anlattığı yalıların, köşklerin, Adalar’ın, Boğaziçi’nin mazi cennetinde kaldığını, söz konusu yerlerin turist teknelerinin, düğün teknelerinin çirkin müzikleriyle cazibesini yitirdiği söyler. Marcel Proust’la konuşur. Kendi gariban ve bozkır dünyasıyla Proust arasında kurduğu bağa şaşırır, sanatın insana kattığı o evrensel duyuşun gücüne hayran kalır. Anlatıcı bir şeyi anlatamamaktan değil anlatacak bir şeyi olmamaktan korkar. Sözünü ettiği büyük yazarların salt yüksek bir üsluptan ibaret olmadığını sezdirir.

2. Öykü: Size Güzelliği Getireceğim

İkinci öyküde karşımıza artık popülerliğini yitirmiş bir bulmaca dergisinin yazarı çıkıyor. Öykü, bulmacanın sıradan insanların günlük hayatlarında edindiği yerin sayıp dökülmesiyle başlar.  Bulmaca yazarı, dergisini yaşatmak adına gizemli bir adamla gizemli bir anlaşma yapmıştır. Bu gizemli adam, istediği şifrelerin bulmacaya yerleştirilmesi şartıyla derginin çıkmasını finanse edecektir. Öykü anlaşmayı kabul etmiş bulmaca yazarının başına bir iş gelirse diye günlük tarzında aylık olarak tuttuğu notlardan oluşmaktadır. Zaman geçtikçe yazarın kafasındaki sorular artmaktadır. Bu adam kimdir, bu mesajlar kimlere gitmektedir, ne için kullanılmaktadır? Geçimini sağlama derdi söz konusu anlaşmaya uymak zorunda bırakmaktadır onu. Ancak kafasındaki sorular, bulduğu varsayımsal cevaplar onu huzursuz etmektedir. Ara ara bazı hinlikler yapmaya çalışır, anlaşma yaptığı adama ulaşmaya çalışır ancak hiçbirini başaramaz, sorular cevapsız kalır. Bulmaca yazarıdır ama yaşadığı bu durumla ve hayatla ilgili bulmacayı çözememektedir. Bir yıl boyunca şaşmaz bir şekilde eline ulaşan şifre, Aralık ayı geldiğinde eline ulaşmaz. Ancak gecikmeli de olsa bu sayıyı hazırlar, hem de kendi yazdığı yeni şifresiyle.  Anlarız ki yazar bulmacayı çözmüştür çünkü doğru soruyu sormayı öğrenmiştir.

Artık sadece bulmaca dergisi hazırlamadığımı biliyorum. Mektupçuyum ben. Yaşayan ve yaşayacak olan herkese, bugüne ve gelecek zamanlara mektuplar gönderiyorum. Mektuplarımın kimlere ulaşacağını, hangi bulmacanın hangi zamanda, nerede çözüleceğini bilmiyorum. Ama birilerinin bu zarfları açmayı akıl edeceğini ve hitabı üstüne alınacağını biliyorum.

Orada olduğunu biliyorum.

der bulmaca yazarı. Oğuz Atay’ın Demiryolu Öykücüleri adlı öyküsüne selam çakar gibi biter öykü ve elbette Aralık ayının şifresini de vererek.

3. Öykü: Sihirli Parmaklar Korosu

Üçüncü öykü; bir ormanın derinliklerine kurulmuş,  alegorisi kendinden menkul bir yazarlar köyünü anlatmaktadır. Edebiyat dünyasına güçlü bir eleştiri getiren bu öykü, bu çevrelerle ilişiği olan yazar-yayıncı-okur için “İşte bu!” dedirten türdendir.

Esra, şehirdeki savaştan yaralı olarak kaçmış; kendini bu yazarlar köyünde bulmuştur. Canını kurtardığı, kalacak yer, yiyecek yemek bulduğu için başlarda kendini şanslı saymaktadır. Ancak günler geçtikçe bulunduğu bu ortamdan daha fazla nefret etmekte, her gün başka bir şeye şaşırıp onlara kendini duyurmaya çalışmaktadır.  Şehirdeki savaşı anlatmakta, yazıyla kurdukları ilişkinin hastalıklı halini ve kendine yaptıkları dayatmaların absürtlüğünü ortaya dökmektedir. Ancak yazarlar köyündeki hiç kimse onu duymamakta, umursamamaktadır. Kendilerini bir ormanda yalıtmış, al gülüm ver gülüm bir metin üretim topluğu oluşturmuşlardır.

Yazar, ilahi anlatıcıyı Esra’nın bakış açısına başarıyla yerleştirmekte ve dışarıdan bir gözün aracılığıyla yazarlar köyünü okura izlettirmektedir.

Mustafa Çevikdoğan bu öyküsüyle ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor:

Özel olarak gönderme yaptığım birileri yok. Daha genel bir şeyi eleştirmek istiyorum, duyulmak isteneni söyleme anlayışını. Çevrenin bize verdiği cesaretin ötesine geçemiyoruz.

4. Öykü: Tavanda Ayak İzleri

Dördüncü öyküde Cem adında bir yazar çıkar karşımıza. Ancak önceki öykülerde anlatılan yazarlardan farklıdır, onda esaslı bir yazar kumaşı vardır. Hayatı deli-bozuk duyuş ve kavrayışı tam da bir sanatçıda olması gerektiği gibidir. Ara ara yanına gelen arkadaşı Pelin ona sürekli çekidüzen vermekte, onu bir ortalamada tutup hayatın süregiden vasatından kopmasına engel olmaktadır.

Cem, dürbünüyle karşı binalardaki bir evi gözetlemekte ve yazar 2020’ler İstanbul’unda Kazancı’dan Cihangir’e orta sınıfın röntgenini çekmektedir. Bu evde bir karı koca, bir kedi ve bir orman cini yaşamaktadır. Ancak bu orman cinini gören tek kişi Cem’dir. Pelin’e bu orman cininden bahsedince bütün eski defterler açılır, not alınmış gariplikler ortaya dökülür. Pelin’in ona verdiği ayarla bir süre idare eden Cem, karşı evde bir bebek dünyaya geldiğini görür ve bir orman ciniyle-sürekli kavga eden ana babasıyla aynı yerde güvende olmadığını düşünerek kurtarmaya karar verdiğini düşünürüz ama kaçırıp getirdiği orman cinidir. Ateş artık onun evindedir.

5. Öykü: Oranın Şarkıları Gibi

Son öyküde taşrada akademisyenlik yapan, yaşadığı yerden nefret eden eşofmanlı akademisyeni görürüz. Yaşadığı yer öylesine küçüktür ki on bir adımda sevdiği kadının evine varabilmektedir. O akşam yine sevdiği kadının kapısına gitmiştir ancak o yoktur, Ankara’ya doğum gününü kutlamaya gitmiştir. Öykünün tamamı aşk acısı çeken, yaşamak zorunda olduğu yerden, bu yerin insanlarından nefret eden akademisyenin iç konuşmalarından oluşmaktadır. Fransa’da okumuş, iki yabancı dili ana dili gibi konuşan bu akademisyen aslında taşranın yabancısı değildir.  Tam tersine taşrayı çok iyi bilen birisinin öfkesine tanık oluruz. Bir başka cehennem olan doğduğum şehir de böyleydi, dediği yer bunu bize çok derinden hissettirir. Yani Yakup Kadri’nin Yaban’ındaki Ahmet Celal gibi Anadolu gerçeğinin yabancısı ve buna şaşıran aydını değildir.  Mustafa Çevikdoğan’ın sevmediği karakterlerinden biridir.  Günümüzde gittikçe güçlenen taşrayla ilgili bu tip bir bakış açısı olduğu gerçeğini işlemek istediğini, bir söyleşide belirtmiştir. Bu kibirli akademisyenin yaptığı tespitlerin son derece kanlı canlı gerçekler olduğu ise ortadır.

Dişçilere Anlatamadığımız Şeyler

Dişçilere Anlatamadığımız Şeyler, kitabın en sonuna konmuş kısa bir öyküdür. Tavandaki Ayak İzleri öyküsünün karakteri Cem’in bilinciyle yazılmış deneysel bir çalışmadır. Mustafa Çevikdoğan, en sona konmuş bu kısa öykü için şunu söylüyor:

Cem, yazı çizi işlerine hep yukarıdan bakıyor. Cinle işi bittiğinde yeni bir öyküye başlıyor. Yazdığı öykünün bu olabileceğini düşündüm. Yarattığım bir karakter kendi bilinciyle yazsa ne yazardı? Buradan yola çıktım.

Bu incelememizi beğendiyseniz Ziya Osman Saba’nın Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi adlı öyküsünü yeni bir alt metinle okuduğum Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi Öykü İncelemesi adlı yazıma da göz atabilirsiniz.

Abone ol
Bildir
guest
0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
İlgili İçerikler