Geçmişten bugüne efsanelere ve bilimsel araştırmalara konu olan depresyonu, belirtilerini ve tedavi yöntemlerindeki tarihsel evrimi bu yazımızda dönemsel olarak kısa bir şekilde ele alacağız.
İçerik Başlıkları
Depresyon Nedir?
Depresyon, nedenini tam olarak bilemediğimiz ve günümüzde halen sıklıkla karşılaştığımız bir ruhsal rahatsızlıktır. Hem ülkemizde hem de dünya genelinde, genetik yatkınlığın ve çevresel etmenlerin tetikleyici faktörler olarak görüldüğü depresif bozukluklar, genel anlamda kişide yoğun üzüntü ve mutsuzluk hali yaratır.
Kişinin hissettiği hüznün, karamsarlığın ve umutsuzluğun uzun sürdüğü bu süreç, dünyada toplum sağlığını en çok tehdit eden sorunlardan biridir. Yıllar boyunca, uzmanlar tarafından ciddiye alınan bu rahatsızlığın kökenleri ise çok eskiye dayanmaktadır.
Depresyonun Antik Mezopotamya ve Mısır Dönemi
Antik çağlarda ve çoğu kültürde depresyon, spiritüel bir bakış açısıyla ele alınmıştı. Genellikle şeytanın ve kötü ruhların, insanları ele geçirmesi sonucu bu durumun ortaya çıktığına dair bir inanç vardı. Bu inanış sebebiyle, depresyonun tedavisinde günümüzde etik açıdan kesinlikle kabul edilmeyecek yöntemler uygulanmaktaydı.
Kötü ruhları bedenden kovmak için kişi çoğu zaman aç bırakılır, bağlanır veya dövülürdü. Acı vericiliği yadsınamaz olan bu yöntemlerin yanı sıra rahiplerin yönettiği dini ritüeller eşliğinde de kişi iyileştirilmeye çalışılırdı.
Depresyonun, fiziksel ve biyolojik sebeplerden ziyade, ruhsal sebeplerden kaynaklandığına inanılan Antik Mezopotamya kültüründe de, dini ritüeller ön plandaydı. Bu ritüeller esnasında, Tanrılardan af dilenir ve öfkelerini o kişinin üstünden çekmeleri istenirdi.
Antik Mezopotamya’da depresyonda olan kişinin semptomlarının tarif edildiği Journal of the Royal Society of Medicine dergisinde yayınlanmış Depression and anxiety in Babylon (Babil’de Depresyon ve Anksiyete) adlı inceleme makalesinde; kişinin dilinin şiştiğinden, kulak uğultusu yaşadığından, ellerinin hissizleştiğinden ve eklemlerinde dayanılmaz, içten içe kişiyi kemiren bir ağrı olduğundan bahsedilmiştir.
Geçmişte insan beyninin ve bedeninin işleyişine dair eşsiz bilgilere ev sahipliği yapan Antik Mısır’da, zihin ve kalp arasındaki ilişkiye önem verilirdi. M.Ö. 1550’li yıllara ait olan, kalp ve zihin arasındaki ilişkiyi ele alan en eski medikal doküman, Ebers papirüsü, içerisinde hastalıklar için 700’den fazla bitkisel ilaç karışımları ve ritüeller barındırmaktadır.
Ruhsal bozuklukların kalpten kaynaklandığına inanan Antik Mısırlılar, Ebers papirüsü ile duygudurum bozukluklarının kardiyovasküler sistemle olan ilişkisini bu belge ile ortaya koymuştur. Depresyon belirtilerinden biri olan yoğun üzüntü halini derinlemesine tanımlamışlardır ve Psychiatry in Ancient Egypt (Antik Mısır’da Psikiyatri) adlı papirüste depresif ruh haline somatik şikayetlerin eşlik ettiği bir alıntıya şu şekilde yer vermişlerdir;
Bacaklarımın ağırlaştığını hissediyorum, artık bedenimi tanıyamıyorum, gözlerim çöküyor, kelimeler ağzımdan çıkmıyor. Doktorla görüşmeli miyim? İlaçlar kalbimi hayata döndüremiyor.
Depresyonun Yunan Mitolojisindeki Yeri
Depresyon, tarih öncesi dönemlerde de efsaneler ile karşımıza çıkmaktadır. Yunan mitolojisinde, Lidya kralı, Tantalus’un kızı Niobe, Apollo tarafından öldürülen 14 çocuğunun yası içerisinde dayanılmaz bir acı yaşar. Bu büyük kayıpla birlikte Niobe, hiçbir şey yiyemez ve içemez hale gelir. Hareket etmekte güçlük çeker ve sonunda konuşmamaya başlar.
Tanrıların tanrısı Zeus ise, Niobe’nin bu ızdırabına son vermek ister ve onu sonsuza dek ağlayan bir taşa çevirir. Bu mitolojik hikaye, ağır bir depresyon tablosu çizmektedir aslında. Yas sürecini sağlıklı bir şekilde atlatamayan bir kişinin, zamanla benlik kaybı yaşadığını ve patolojik bir sürece girdiğini gösteren klinik depresyonun ilk örneklerinden biridir.
Yunan mitolojisinde karşımıza çıkan bir diğer figür ise, kederin ve anksiyetenin tanrıçası, Oizys’dir. Diğer tanrılara ve tanrıçalara kıyasla, daha az bilinen Oizys, mitolojik yazılarda da genellikle insanoğluna zarar vermeye hazır, kötü niyetli bir ruh olarak karşımıza çıkmaktadır.
Depresyonun Antik Yunan ve Roma Dönemi
M.Ö. 400 yıllarında ise Hipokrat, günümüzde bile hala tartışılan bir kavram olan melankoli kavramını ortaya çıkardı ve bu kavram altında bugünkü klinik depresyonun benzeri bir tablosunu bize sundu. Hipokrat ve Antik Roma’nın ünlü, anatomi bilgisi ile tanınan fizyoloğu Galen’e göre, insan sağlığını belirleyen vücutta bulunan dört temel sıvı vardı.
Bunlar kan, balgam, sarı safra ve kara safraydı. Hipokrat’ın “beden sıvıları” teorisinde, melankoli, kara safra anlamına gelmekteydi. Kara safra, kanla kıyaslandığında, daha soğuk ve kuru bir beden sıvısı olarak tanımlanırdı.
Hipokrat’ın öğretilerine göre, sağlığı yerinde olan kişinin vücudunda bu dört temel sıvı, hem nitelik hem de nicelik açısından dengeli bir şekilde vücutta salınım yapardı. Eğer bu sıvılardan birinde miktar ve ısı açısından bir değişiklik olursa, var olan denge böylece bozulmuş olurdu ve bu durum, kişinin hem mental hem de bedensel sağlığını etkilerdi. O dönemlerde melankoliye, yani kişinin depresif duygudurum haline, vücutta aşırı salgılanan kara safra miktarının sebep olduğu öne sürülmüştü.
17. ve 18. Yüzyıllarda Depresyon
Hipokrat’ın literatüre kazandırdığı melankoli kavramı tarih boyunca birçok bilim insanının, filozofun ve yazarın ilgisini çekmeye devam etti. Melankoli dendiğinde tam olarak ne kastedildiğini anlayabilmek için, geçmişten bugüne konu üzerine çeşitli çalışmalar ortaya çıkarıldı. Bunlardan bir diğeri ise, Kraliçe I.Elizabeth döneminde, İngiliz akademisyen ve yazar, Robert Burton’a aitti.
1621 yılında basılan ve birçok defa revize edilip, içeriği genişletilen “The Anatomy of Melancholy” (Melankolinin Anatomisi), şu an hala depresyon ve ruhsal bozukluklar konusunda popülaritesini koruyan eserler arasında yer almaktadır.
Shakespeare’in kendisinden daha ünlü olan bu kitapta, Burton melankoliyi detaylı bir şekilde ele almıştı ve diyet, egzersiz, müzik terapi gibi olası tedavi yöntemlerini sunmuştu. Kendi deneyimlerinden de yola çıkarak kaleme aldığı bu eserde, melankolinin semptomlarından, olası tedavi yöntemlerinden ve çeşitlerinden bahsetmişti.
Melankoli ya doğuştan gelen bir özellik veya bir alışkanlıktır. Doğuştan gelen bir özellik olarak en küçük olayla geçici olarak gelip giden, kişide neşenin, mutluluğun tam tersi şiddetli bunaltı, donukluk, küskünlük, ağırlık, dertlenme, sıkıntı, korku tepkilerine yol açan, elem, dertlenme, rahatsızlıklardır… Melankoli ölümlülüğün karakteridir.
– Richard Burton, Anatomy of Melancholy
Aydınlanma çağı olarak adlandırdığımız 18.yüzyılda ise, depresyon, tedavisi olmayan ve değiştirilemez bir durum olarak değerlendirildi. Aynı zamanda, kişinin etrafına ve kendisine olan saldırganlığı, depresyonun temel sebebi olarak ele alınırdı. Bundan dolayı, bu dönemlerde sert ve zorlayıcı tedavi yöntemleri kullanılmaya başlanmıştı. Kişiyi uzun süre suyun altında tutma, kusturma veya lavman gibi yöntemlere başvurulurdu.
19.Yüzyıl ve Sonrasında Depresyon
Depresyon terimi, psikiyatri alanında ilk kez 19. yüzyılda Jean-Etienne Dominique Esquirol, Adolf Meyer ve Emile Kraepelin tarafından ruhsal bir hastalığı tanımlamak amacıyla kullanılmıştı. 1917 yılında ise Freud, “Yas ve Melankoli” adlı eserinde, depresyonun nedenlerine derinlemesine bir bakış açısı sunmayı denedi. Freud bu yazısında, yas sürecinde deneyimlenen boşluk hissinin ve keder halinin her bireyin deneyimlemesi gereken olağan bir süreç olduğundan bahsetmişti.
Ne var ki, melankolik depresyon olarak tanımladığı durumda ise, kişi kendisine olan saygısını kaybettiği ve kendini suçladığı bir sürece girerdi. Freud’a göre, depresyonda görülen kendini suçlama hali aslında kaybedilen kişiye duyulan öfkenin kişinin kendisine yansıtmasıydı.
1960’lı yıllarda depresyonun bilişsel modeli ile ün kazanan, Aaron T. Beck ise o dönemlerde eğitimini aldığı psikanalitik kuramdan uzaklaşarak deneysel bilime yönelmişti. Depresyonun sebepleri ve tedavisi üzerine yaptığı çalışmalarda, depresyonun altında yatan “bilinçdışı” süreçlerin yorumlanması yerine, kişinin bilinç düzeyindeki inanışlarının çalışılması gerektiğini öne sürdü.
“Depression: Causes and Treatment” adlı kitabında, depresyonu düşünce bozukluğu olarak ele alarak aslında depresyonun bilişsel açıdan kişinin kendisi ve çevresi hakkında geliştirdiği olumsuz yargılar sonucu ortaya çıktığını öne sürdü. Bilişsel terapi, aynı zamanda depresyonun, kişinin sadece olumsuz düşüncelerinden ve duygularından ibaret olmadığını, bu duygu ve düşüncelerin kişinin davranışlarını da uyumsuz hale getirdiğini belirtmektedir.
Deprese hastanın düşünce içeriğinin merkezinde önemli bir kayıp yer alır. Mutluluk veya huzuru için çok gerekli gördüğü bir şeyleri kaybetmiş olduğunu algılar, her önemli girişimle ilgili olumsuz sonuçlar bekler; kendini önemli hedeflere ulaşabilmek için gerekli özelliklerden yoksun olarak görür …
– Aaron Beck, Bilişsel Terapi ve Duygusal Bozukluklar
Günümüzde Depresyon
Tarih boyunca edebi eserlere ve araştırmalara konu olan depresyon, günümüzde ise farklı klinik görünümler ile karşımıza çıkmaktadır. Depresyonu ve ilişkili diğer depresif bozuklukları değerlendirirken göz önünde bulundurmamız gereken üç temel yaklaşım, Türk psikiyatri profesörlerimizden Engin Geçtan tarafından, “Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar” adlı eserinde detaylı bir şekilde ele alınmıştır.
Bunlardan ilki, depresif halin normal bir duygulanım olarak ele alınmasıdır. Bu bakış açısına göre, insanların bir kayıp karşısında yaşadıkları hüzün normal karşılanır ve mutsuzluk hissi günlük olarak değişmeler gösterebilir. İkinci bakış açısı, depresyonu ruhsal bir belirti olarak ele alır. Semptom olarak ele alınan depresyon, ciddi birtakım ruhsal bozukluklara eşlik edebilir veya medikal kaynaklı bir durum sonucu ortaya çıkabilir.
Son olarak ise, depresyon psikiyatrik bir hastalık olarak değerlendirilebilir; depresyon belirtileri, dönemsel olarak kendini tekrarlayan bir ruhsal rahatsızlık olarak karşımıza çıkar. Kişinin hayatında üzüntü ve mutsuzluk hakimdir. Yaşanan hüzün karşısında kişi içe dönmeye başlar ve çevresinden uzaklaşır.
Bu farklı yaklaşımlar eşliğinde ele aldığımız depresyon günümüzde hala kendi içerisinde süregelen bir devinime sahiptir ve aynı zamanda depresyon için geliştirilen terapi ve tedavi yöntemleri de yapılan araştırmalar ile artmaktadır. Geçmişte kullanılan tedavi yöntemleri artık yerlerini sahip olduğumuz olanaklar sayesinde ilaç tedavisine, psikoterapiye ve Elektrokonvülsif Terapi (EKT) veya TMS gibi diğer bedensel tedavilere bırakmıştır.
Modern psikiyatride, depresyon tedavisinde etkinliği kanıtlanmış ve hali hazırda kullanılan üç psikoterapi çeşidi bulunmaktadır. Bu psikoterapi yaklaşımlarının en başında Beck tarafından geliştirilen bilişsel terapi yer almaktadır ve bunu takriben Klerman ve Weisman’ın kişiler arası terapi yaklaşımı ve Lewinsohn ve Bellack tarafından geliştirilen davranışçı depresyon tedavisi bu psikoterapi yaklaşımları arasında bulunmaktadır.
Lewinsohn ve Bellack, deprese kişilerin sosyal alanda yetersiz kaldıklarını ve çevreleriyle olan etkileşimlerinin kalitesine odaklanılması gerektiği yönünde düşünmektedirler. Bundan dolayı, terapinin asıl hedefi sosyal bağlamda performansı arttırmak yönündedir. Klerman ve Weisman, klinik olarak depresyonun kişiler arası yaşanan güçlüklerden kaynaklandığını öne sürmektedir ve kişiler arası tedavi yaklaşımı ile kişiye, toplumsal anlamda işlevselliğini geri kazandırmaya çalışmaktadırlar. Depresyon psikoterapisinde aynı zamanda geleneksel psikanaliz tedavi yaklaşımı da günümüzde halen kullanılmaktadır.
Bilişsel davranışçıl terapi ve depresyon hakkında daha fazla bilgi edinmeniz adına, Prof. Dr. Hakan M. Türkçapar’ın “Depresyon” ve “Bilişsel Davranışçı Terapi” adlı eserlerini okumanızı tavsiye ederim.