Bu yazımızda, orta çağ dönem estetiğinde güzellik anlayışına, kadınlar için belirlenen güzellik kurallarına, ışık ve renk estetiğine dair dönemin zevkine ilişkin göndermelere kısaca değineceğiz.
Orta çağ yüzyılları, açlığın ve yolsuzluğun beraberinde getirdiği, sadece bahsederken bile tiksinti uyandırabilecek olayların yaşandığı bir dönemdir. Kıtlıktan bitkin ve yorgun düşen insanların birbirini yediği, salgın hastalıkların insanları güçten düşürdüğü ve üretime dair neredeyse hiçbir şeyin yapılamadığı bu dönem, insanları bir dehşet çukuruna doğru sürüklemiştir. Bunlar ele alındığında, karanlığın çöküşü aslında kaçınılmaz hale gelmiştir.
Bu dönem genellikle karanlık şatoların yer aldığı ve cadı avı gibi olayların sıklıkla yaşandığı tekinsiz bir zaman olarak anılmakta ve ekranlara bu şekilde yansıtılmaktadır.
İzlediklerimiz ve okuduklarımız çoğu zaman bize bir kabusun içindeymiş gibi hissettirir ve bu yüzden dönemin en güzel tarafları sıklıkla gözümüzden kaçar. Aslında karanlık orta çağ, dönemin estetik anlayışının güzellik kavramına, renklere ve ışığa duyduğu yoğun ilgisi sayesinde aydınlanmıştır.
İçerik Başlıkları
Orta Çağ Döneminde Güzellik Anlayışı
Orta çağ yüzyıllarında güzellik anlayışı matematiksel orantı, ışık ve temel renkler etrafında şekillenmişti. Aslına bakılırsa, orta çağ insanlarının estetik anlayışı bizim estetik anlayışımıza kıyasla çok daha kapsamlıydı ve tüm varoluşa dair güzelliklerden bahsetmekten hiç çekinmezlerdi.
Sadece duyularımızla algıladığımız nesnelere karşı duyulan bir estetik anlayışı geliştirmemişlerdi. Aynı zamanda duyularımızın algılayamayacağı, iç güzellik kavramına sıklıkla değindikleri bir güzellik bilincine sahiplerdi. Estetik hakkında sık sık yeni fikirler sunan orta çağlılar güzellik anlayışlarını müzik, optik, resim ve matematik gibi neredeyse sanatın ve bilimin her alanında tartışmaya sunmuşlardı.
Bu yüzyıllara ait güzellik anlayışı sıklıkla dualistik bir bakış açısı ile değerlendirilmişti. İç ve dış güzellik kavramları tartışmaların merkezini oluşturmaktaydı. Bunların arasında ruhsal yüceliğin dış görünümü ve güzelliği desteklediğini düşünenler de bulunmaktaydı.
Umberto Eco, Orta Çağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik adlı eserinde, dış görünüşle birlikte kendini ortaya koyan iç güzellik hakkında, orta çağ mistiklerinden başrahip Hoyland’lı Gilbert’in sözüne şu şekilde yer vermektedir;
Görüyorsun, insanın yanaklarında öylesine hoş bir güzellik vardır ki, dış görünüş onlara bakanların ruhlarına canlılık verip, ruhlarını iç güzelliğiyle besleyebilir; zaten dış görünüş de iç güzelliğinin bir görünüşüdür.
Hoyland’lı Gilbert
Kiliselerin görkemli tasarımları hakkında sık sık polemiğe giren orta çağ mistikleri ve çilecileri ise, genellikle döneme ait estetik anlayışını Hristiyanlık çerçevesi içinde ele alırlardı. Örnek olarak mistiklerden Aziz Bernard, çok büyük kiliselere ve içlerinde barındırdıkları süslü heykellere dair büyük öfke duyardı. Bu tarz süslemelerin insanı duadan uzaklaştırdığını savunurdu. Eco, Orta Çağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik adlı eserinde Aziz Bernard’ın şu sözlerine yer vermektedir;
Bu arada, keşişlerin ayinlerini yaptıkları manastırlarda gülünç çirkinliklerin, bu tuhaf biçimsiz güzelliğin, bu güzel biçimsizliğin ne işi var? Bu murdar maymunların? Vahşi aslanların? Canavarsı kentuarların? Yarı insanların? … Kısacası, her yanda o kadar sayıda, o kadar çeşit iç içe geçmiş biçim görülüyor ki, kitapları okumak yerine mermerleri okumak, Tanrı’nın yasası üzerine düşünmek yerine bütün günü böyle bir resme hayranlıkla bakarak geçirmek daha zevkli geliyor insana. Tanrı aşkına! Bu aptallıklardan utanmıyorsak şayet, neden en azından bunca masrafa öfkelenmiyoruz?
Aziz Bernard
Orta Çağ Döneminde Güzel Kadın Anlayışı
Orta çağ döneminde güzelliğin doğasına dair spesifik konular üzerine tartışmalar devam ederken zamanla kadın güzelliği sık işlenen bir konu haline gelmiştir. Feminen güzellik hakkında ilk çalışmayı ortaya koyan ise Matthieu de Vendôme olmuştur. Vendôme, güzel bir kadının betimlemesinin nasıl yapılacağına dair kurallar getirdiği Ars Versificatoria adlı eserinde güzel kadın tanımına dair iki örnek ortaya koymaktadır.
Truvalı Helen bu iki örnek arasında ilk sırada yer almaktadır. Vendôme için, güzel bir kadın tıpkı Truvalı Helen gibi olmalıdır; sapsarı altın saçlar, bembeyaz geniş bir alın ve simsiyah ince kaşlar bu güzelliğe eşlik etmek zorundadır. Bir kadının güzel olması için gerekli olan en önemli şey ise pembe ve kar beyaz bir tene sahip olmasıdır.
Güzel bir kadının gözleri yıldızlar gibi parlamalı, burnu ne çok küçük ne çok büyük olmalıdır. Dudaklar küçük ve hafif dolgun, ağzı tıpkı bir gül gibi kokmalıdır. Omuzları ışıltılı ve orantılı, göğüsler ise küçük olmalıdır.
Vendôme’un ikinci güzellik portreside Truvalı Helen ile aynı özellikleri paylaşmıştır fakat kendisi birkaç özellik daha eklemiştir. Bir kadının güzel olması için gereken bu özellikleri ise şu şekilde sıralamaktadır; gövdeden bele kadar uzanan bir incelik, yumuşacık eller, hafif şişik bir karın, küçük ayaklar ve düz parmaklar.
Eco’nun Orta Çağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik adlı eserinde ise Hoyland’lı Gilbert’in kadın göğüs ölçülerinin nasıl olması gerektiğine dair yazdığı bir metne şu şekilde yer verilmiştir;
Göğüsler en çok ölçülü dolgunluk ve diklikte olduklarında hoşa giderler… Derli toplu tutulmalı, ama fazla bastırılmamalı, hafifçe bağlanmalı ve serbestçe hareket etmemelidir.
Hoyland’lı Gilbert
Orta Çağ Döneminde Renk Estetiği
Orta çağ dönemine ait minyatür eserler de renklerin ara tonları kullanılmamış, temel ve belirgin renklere öncelik verilmiştir. Orta çağ minyatürlerinde kullanılan canlı renkler gösterişli olmalarıyla ön plana çıkmışlardır ve mümkün olduğunca gölgelendirme amaçlı renklerin ara tonları tercih edilmemiştir. Bu minyatürler kullanılan renklerin canlılığı ve iki boyutlu olmalarından kaynaklı sadelikleriyle kendilerini göstermişlerdir.
Orta çağlı şairler ve yazarlar da, dönemin ressamları kadar renklere titiz bir şekilde yaklaşmışlardır. Umberto Eco, Orta çağ adlı eserinde, bazı kelimelerin renk karşılıklarını şu şekilde belirtmektedir;
Ot yeşil, kan kırmızı, süt ise beyazdır.
Umberto Eco
Aynı kitapta Eco, St. Victor’lu Hugh‘un De tribus diebus adlı eserinde, azizin özellikle yeşil rengini övdüğünden bahsetmektedir. Hugh, yeşil rengini renklerin en güzeli ve baharın simgesi olarak nitelendirmiştir. Gelecekteki yeniden doğuşu sembolize eden bu renk, orta çağ estetiğinde tekil renklere duyulan hayranlığın bir başka örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Renklerin tekilliğine ve canlılıkları ile oluşturdukları bütünlüğe duyulan bu ilgi, sadece sanatla sınırlandırılmamıştır. Orta çağ döneminde, giysilerde, süslemelerde ve silahlarda da kendini sergilemeye devam etmiştir.
Orta Çağ Döneminde Işık Estetiği
Orta çağ insanları sadece renklere karşı değil, ışığa ve ışığın ortaya koyduğu parlaklığa da büyük hayranlık beslemiştir. Işığa duydukları yoğun ilgiyi sıklıkla Tanrı ve cennet kavramları ile ilişkilendirmişlerdir. Bingenli azize Hildegard, ilk melek olan İblis’in cennetten kovulmadan önceki güzelliğine değindiği bir metinde, İblisin Tanrı’nın parlaklığını kıskandığını ve onun gibi ışıklar saçmak istediğini belirtmiştir. İblis’in güzelliğinin yıldızlarla dolu bir gökyüzü kadar parlak olduğunu ifade eden Azize Hildegard, bu güzelliğin onda kibre ve gurura dönüşmesi sonucu Tanrı tarafından cezalandırılıp cennetten kovulduğunu anlatmıştır.
Umberto Eco, Orta Çağ adlı eserinde, bu yüzyılların hayata bakış açısının dönem kadar karanlık olmadığını ayrıca vurgulamaktadır. Eserde, güzel olan bir şeyin parlaması gerektiğine dair birçok örnek bulunmaktadır.
Eserde belirtilene göre, orta çağlıların değerli taşları güzel bulmalarının sebebi, canlı renklerinin yanı sıra aynı zamanda güneş ışığını içlerinde hapsettikleri için yaydıkları parlaklıktır. Bir diğer örnek parlak gözlerdir. Hatta kitapta eğer bu gözler mavi ise, gözlerin çok daha parlak durduğuna ve güzel gözüktüğüne değinmiştir. Aynı zamanda Eco, Gotik kiliselerde ilahi gücün içeri girebilmesi ve karanlık kilisenin içini aydınlatabilmesi için tasarlanan vitraylardan da şu şekilde bahsetmektedir;
Gotik kiliselerin normalde karanlık olabilecek neflerine ilahi gücün girebilmesi için vitraylardan içeriye keskin ışık huzmeleri sızar; bu ışık koridorlarına yer verebilmek için pencerelere ve gül pencerelere ayrılan yüzey büyür, payanda ve payanda kemerleri sayesinde duvarlar neredeyse yok olur ve kilisenin tamamı inşa edilirken ışığın kafes tarzı bir yapının arasından fışkırması amaçlanır.
Umberto Eco
Eco kitabında, ışık unsuruna verilen önemin sebebini, ışığın yeryüzündeki ve gökteki renklerin birbirinden ayrışmasına sebep olduğu için güzellik anlayışının merkezinde yer aldığını belirtmiştir.
İngiliz orta çağ düşünürü Grosseteste de, ışığın tüm güzelliklerin ilkesi olduğunu savunmaktadır;
Işık kendiliğinden, doğası gereği güzeldir ve aydınlattığı her şeyin güzelliğinin kaynağıdır.
Tarihi kayıtlar ele alındığında, orta çağ insanlarının karanlık şatolarının salonlarında oturdukları, birbirlerine karşı zaman zaman acımasız oldukları ve açlıkla savaşıp, hastalıklardan korunmaya çalıştıkları neredeyse kesin olarak bilinmektedir. Ancak bu dönemi sadece karanlık bir çağ olarak adlandırmak, bizi yanıltabilir. Muhteşem altın kaplamalı kitapların, renklerle dolu minyatürlerin ve estetik konusunda samimi göndermelerin bulunduğu bu dönem, eserlerinin ve görüşlerinin parıltısıyla da konuşulmaya değer bir zaman dilimidir.
Orta Çağ dönemlerindeki estetik anlayış hakkında daha detaylı bilgi edinmek istiyorsanız, Umberto Eco’nun Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik adlı kitabını okumanızı tavsiye ederim.