Felsefenin sinemayla olan etkileşimi, sinemanın ortaya çıktığı ilk günden itibaren kendisini göstermiştir. Bu süreçte film felsefesi adı altında çağdaş felsefenin bir alt dalını da oluşturmuştur. Bu listemizde felsefi anlamda birçok akıma referans veren filmleri listelediğimiz ve bu filmler hakkında çeşitli bilgiler verdiğimiz en kaliteli felsefe temalı ve kapsamlı film önerilerine yer verdik.
Filozoflar, yirminci yüzyılın ilk zamanlarında yeni sanat formuna ilişkin çalışmaları yayınlayan ilk akademisyenler arasında olsalar da alan, bir rönesansın meydana geldiği 1980’lere kadar önemli bir büyüme yaşamadı. Alanın son zamanlardaki büyümesinin birçok nedeni var. Burada hem akademik felsefedeki hem de genel olarak filmlerin kültürel rolündeki değişikliklerin, filozofların filmi; tiyatro, dans ve resim gibi daha geleneksel olanlarla eşit bir sanat formu olarak ciddiye almalarını zorunlu kıldığını söylemek yeterli. Filmde felsefi yansıma konusu ilgideki bu artışın bir sonucu olarak, film felsefesi estetikte önemli bir araştırma alanı haline geldi. Dolayısıyla filmler bir tür varoluşsal krize dahil olan karakterler veya bir sorgulama amacı güden tartışmaları temeline almaya başladı. Felsefi kaygı filmlerde bazen sadece bir yan anlam iken bazen de epistemolojik sorunları anlatmaya başlayınca apayrı bir tür olarak karşımıza çıktı.
İçerik Başlıkları
- 1 Mutlaka İzlemeniz Gereken Felsefi Filmler Listesi
- 1.1 1. The Seventh Seal (1957)
- 1.2 2. Blade Runner (1982)
- 1.3 3. Barton Fink (1991)
- 1.4 4. The Truman Show (1998)
- 1.5 5. The Matrix (1999)
- 1.6 6. Memento (2000)
- 1.7 7. Waking Life (2001)
- 1.8 8. Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004)
- 1.9 9. The Fountain (2006)
- 1.10 10. Mother! (2017)
- 1.11 11. Her (2013)
- 1.12 12. Dark City (1998)
- 1.13 13. Mr. Nobody (2009)
- 1.14 14. The Turin Horse (2011)
- 1.15 15. Far from Men (2014)
- 1.16 16. V for Vendetta (2005)
- 1.17 17. The Man from Earth (2007)
- 1.18 18. Inside Out (2015)
- 1.19 19. Ex Machina (2014)
- 1.20 20. Gattaca (1997)
- 1.21 21. Thank You for Smoking (2006)
- 1.22 22. Donnie Darko (2001)
- 1.23 23. Enter the Void (2009)
- 1.24 24. Contact (1997)
- 1.25 25. A Clockwork Orange (1971)
- 1.26 26. Goodbye To Language (2014)
- 1.27 27. God on Trial (2008)
- 1.28 28. Rashomon (1950)
- 1.29 29. Minority Report (2002)
- 1.30 30. Cloud Atlas (2012)
Mutlaka İzlemeniz Gereken Felsefi Filmler Listesi
Felsefi tartışmaları layıkıyla seyirciye yansıtan ve beyaz perdenin mutlaka izlenmesi gereken en iyi felsefi konulu filmlerini listeledik. Aksiyon, macera, dram, komedi, korku ve gerilim unsurlarının vukuu bulduğu, akıllara durgunluk veren 30 felsefi filmin yer aldığı listemizi aşağıda inceleyebilirsiniz.
1. The Seventh Seal (1957)
İsveç tarihinin en iyi yönetmeni Ingmar Bergman’ın 1957 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazandığı The Seventh Seal filmi, felsefi ve teatral bir temaya sahiptir. Filmde Orta Çağ’ı bağlam olarak kullanan Bergman, alegorik bir anlatı yöntemiyle dünyada, insanların vebayla ve dolayısıyla ölümle ilişki kurmak zorunda olduğu ve farklı yolların figürleri haline geldiği bir kıyamet senaryosunu anlatmaktadır.
Daha çok metaforik sahnelerle izleyenleri düşündürmeye sevk eden film, sadık yaveri Jöns ile Haçlı Seferleri sonrası memleketine dönen Antonius Block (Max von Sydow) adlı şövalyenin yolculuğu esnasında insan formuna bürünen Ölüm Meleği (Bengt Ekerot) ile karşılaşmasını konu edinir. Filmin en ünlü sahnesi “Ölümle Satranç”ta yaşamın sonunun farkındalığının bir metaforu ifade edilir. Nitekim ilerleyen sahnelerde Antonius Block ortaçağ insanının aksine dünyanın yaratılışını ve işleyişini açıklayan mantıksal bir sisteme artık körü körüne inanmayan, ancak ölümden sonra bir şeyin gerçek varlığından şüphe duyan modern inanan insan figürünü temsil eder.
Dolayısıyla sorgulayan insan prototipinin en iyi örneğini oluşturan Antonius, bilmenin kendi imkansızlığının bilincine kapılır. Ne yazık ki bulunması imkansız olan mutlak şüpheye boş yere bir cevap arar ve bu şüphe sayesinde kendi sonsuz ve çelişkili bilgi sürecini sürdürür. Haliyle kendini mutlak olana doğru özgürleştirmeye çalışan Antonius, metaforik olarak hapsolduğu günah çıkarma sahnesinde varoluşçuluk felsefi görüşünü net bir şekilde tanımlayan detaylarla izleyenleri gerek jest ve mimiklerle gerekse sinematografik olarak duygusal yönden etkilemektedir.
2. Blade Runner (1982)
Bilim Kurgu filmlerinin vazgeçilmez yönetmeni Ridley Scott’ın Philip K. Dick’in 1968 tarihli Do Androids Dream of Electric Sheep adlı romanından uyarladığı 1982 yapımı bir Siberpunk filmi olan Bladerunner (Bıçak Sırtı) gelecek teknolojilerinin ahlaki ve zihinsel felsefesini tematik olarak işleyen distopik bir bilim kurgu filmidir. Bladerunner sanatsal bağlamda edebiyat, dini sembolizm , klasik ve dramatik temalar ile kara film (Film Noir) tekniklerini kullanarak birçok duygu ve düşünceyi yansıtmaktadır. Bladerunner’ın konusu; teknolojinin çevre ve toplum üzerindeki etkilerini araştıran sosyolojik bir perspektiften seyirciyi etkisi altına alır. Kapitalist ekonominin geleneksel devlet düzeninin dışında şirket egemenliğini dayattığı siber toplumda George Orwell’ın 1984 adlı eserindeki gibi “Big Brother See You” algısı vardır. Ve bu algı bir noktada bireysel yaşamın kırmızı çizgilerini akabinde özel yaşamın gizliliğini tehdit ederek paranoyaya sebep olmaktadır.
Bladerunner’da genetik mühendisliği ve klonlama üzerine birçok ahlaki sorun ortaya çıkıyor. Özellikle filmde yer alan Replicants (Replikalar) denilen yapay zekaya sahip insansı robot varlıklar ile insanlar arasındaki bir çeşit gerilim, filmde adeta bir cadı avına dönüşüyor. Filmin tarihsel serüveninde Replikalar birçok haksızlığa uğramış ve Tyrell Corporation tarafından köle olarak etiketlenmiştir. Ancak yapay zekanın gelişerek insanlardan daha insancıl bir zihniyete bürünmesiyle bu köleliğe karşı bir isyanın ateşleyicisi konumuna gelmişlerdir. Rick Decard (Harrison Ford) ise uzman bir polis memuru olan ve dünya dışındaki kolonilerden kaçan Replikaları öldürmekten sorumlu bir ödül avcısıdır. Ancak olay örgüsünün geliştiği süreçte Deckard deneyimlerine dayanarak Replikalara karşı empati geliştirmeye başlar.
3. Barton Fink (1991)
Ethan Coen ve Joel Coen’in birlikte yazıp yönettiği 4. filmi Barton Fink, 1940’ların Hollywood’unda film senaristliğine başlayan New Yorklu bir yazarın egoist yanını eleştirel bir üslupla sunuyor. Yazarlığı yalnızca övgü çekmenin bir aracı olarak gören Barton Fink (John Turturro) kendi edebi sancılarının peşinde koşan ve ilk eseriyle yerel ölçekte ün kazanmış bir tiyatro yazarıdır. Garland Stanford’ın (David Warrilow) aracılığıyla Hollywood’daki Capitol Film Stüdyosu’nda senaryo yazarlığı işi bulur. Ancak bir noktaya kadar dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen Barton Fink, faşizmin en saf haliyle karşılaşacak ve konfor alanından uzaklaşarak yaşamın acımasız gerçekleriyle yüzleşecek. Stüdyonun sahibi ve para hırsıyla yanıp tutuşan Jack Lipnick, Barton Fink’ten ikinci sınıf bir güreş filmi senaryosu yazmasını ister. Ancak Barton’ın -tüm zamanların en iyi yazarı- New York’ta harika bir çıkış yapan ilk tiyatrosuyla böbürlenirken sıradan bir hikayeyi içselleştiremediğinden çelişkiler süreci başlar.
Hotel Earle’ün hayaletimsi atmosferinde senaryoyu yazmaya çalışan Barton, Charlie adlı tuhaf bir sigortacıyla tanışıyor. Ancak yeni bir şeyler yaratmak isteyen Barton ne var ki Charlie’ye tepeden bakıyor ve onun düşüncelerini önemsemiyor. Fakat zamanla arkadaş oluyorlar. Aslında bu noktada Barton’ın egosunun kişiliğinin ardına gizlenen paradoksal bir pürüz olduğuna tanık oluyoruz. Film baştan sona çelişkiler yaratıyor ve Barton’ı geri dönüşü olmayan bir arafa sürüklüyor.
Barton Fink’in bu faustvari yolculuğu aslında içsel bir serüvendir. Kendi içsel yolculuğunda kendisiyle hesaplaşmak zorunda kalan Fink eleştirel bir perspektifte egosunu tatmin ederken yazarlık mesleğini icra edenler için bir ibret öyküsüdür. Aynı zamanda Barton Fink, Sigmund Freud’un Psikanaliz kuramında bahsettiği ego ve süperegonun sinemaya metaforik bir yansımasıdır.
4. The Truman Show (1998)
1998’de piyasaya çıktığından beri Amerikan kültürü üzerinde silinmez bir etki bırakan The Truman Show, Gallipoli (1981) ve Dead Poets Society (1990) gibi filmleriyle tanınan Avustralyalı yönetmen Peter Lindsay Weir’in en popüler filmidir.
Yediden yetmişe herkesin bildiği The Truman Show’da tüm zamanların en iyi felsefi filmleri arasındadır. Çünkü film başlı başına Jean Baudrillard’ın 1981 tarihli postmodern felsefi incelemesi Simülakrlar ve Simülasyon (Simulacra and Simulation) kitabında bahsettiği bir kavram olan hipergerçeklik teorisini örneklemektedir. Çünkü Truman Burbank’in dünyası, görünürde gerçek olan ama aslında var olmayan bir dünyanın simülasyonu olduğu için, hipergerçekliğin somut bir örneğini taşır. Ayrıca Truman Show’un değindiği felsefi konuların etkisi o kadar çok çeşitlidir ki derinden hissedilir. Truman’ın su üzerinde yürüdüğü ve kelimenin tam anlamıyla “cennete giden merdiveni” çıktığı zaman ki gibi İncil’deki analojilerle doludur. Thomas More’un kurgusal, izole bir ada toplumunu betimleyen ve 1516 tarihli siyaset felsefesi çalışması Ütopya’dan da ilham alan film, izleyenleri tekrardan izlemeye teşvik eden sıradan olmayan ve üzerine düşünülmesi gereken bir hikaye örgüsüne sahiptir.
5. The Matrix (1999)
Wachowski kardeşler (Lana ve Lily Wachowski) tarafından yazılıp yönetilen The Matrix üçlemesi ve 2021 yılında vizyona giren dördüncü devam filmiyle tüm zamanların en iyi bilim kurgu serisini oluşturan Matrix, 17. yüzyıl Fransız filozofu ve matematikçisi Rene Descartes tarafından ortaya atılan felsefi bir teze dayanmaktadır. Bu tez şüphesiz “Cogito ergo sum” yani “Düşünüyorum öyleyse varım” neticesidir. Dolayısıyla Descartes’ın en önemli tezlerinden biri entelektüel özerklik ya da kendi kendine düşünme yeteneğiydi. Descartes, duyusal deneyimlerinin her zaman gerçeklikle uyuşmadığını biliyordu ve duyuların ne kadar güvenilmez olduğunu göstermek için Balmumu Argümanını kullandı: duyular bize bir balmumu parçasının belirli bir şekli, dokusu, kokusu vb. olduğunu bildirir. Ancak bu özellikler mum bir alevin yakınına getirildiğinde kısa sürede değişir. Bu nedenle Descartes, algılarından, duyuları aracılığıyla elde ettiği bilgilerden ve tüm inançlarından şüphe duyuyordu. Dünya hakkında bilgi edinmek için kişinin duyularından çok aklını kullanması gerektiğine ikna oldu. Bu nedenle “Cogito ergo sum” (!Düşünüyorum, öyleyse varım”) ile Descartes, şüphe duymadığı tek şeyi kastetmişti. kendi varoluşuydu, çünkü algılarının gerçekliği hakkında düşünmesi ve şüphe duyması, varlığının olumlanmasıydı.’Düşünüyorum öyleyse varım’ diyerek, ‘gerçeği’ şüphe ile tanımlıyordu.
Matrix’te tam olarak karşımıza bir yanılsamalar bütünü çıkıyor. Ayrıca Yunan filozof Platon’un Devlet adlı eserinin yedinci kitabında Sokrates’in ağzından ortaya attığı Mağara Alegorisi de cabası!
6. Memento (2000)
2000 yapımı Memento (Akıl Defteri) adlı filminde Christopher Nolan, kişisel kimlik arayışı için hafıza ölçütünü test eden sinematik bir düşünce deneyi yürütmektedir. Ana karakter Leonard Shelby (Guy Pearce), birkaç dakikadan fazla süren yeni anılar oluşturmasını engelleyen nadir bir amnezi türünden muzdariptir. Leonard, kişisel kimliğinin bozulmamış olduğuna inanıyor. Hafızanın her halükarda güvenilmez olduğu ve vücudundaki açıklamalı polaroidler, notlar ve dövmeler aracılığıyla hayatının geçmiş ve şimdiki bölümleri arasında daha güçlü bağlar oluşturduğunda ısrar ediyor. Ancak ilerleyen zaman içerisinde Leonard’ın eşi Natalie’nin (Carrie-Anne Moss) öldürüldüğüne tanık oluyoruz. Bununla birlikte Shelby bir yandan hafıza sorunuyla baş etmeye çalışırken bir yandan da intikam almak için karısının katilini aramaktadır.
Film, zamanda geriye giderek, izleyicide Leonard’a eziyet eden aynı yönelim bozukluğu deneyimini akıllıca yaratıyor. Daha önce ne olduğunu henüz bilmediğimiz için, her sahne kafa karıştırıcıdır (Mindfuck). Sadece hikayeyi yeniden kurmak için kendi güvenilir anılarımızı kullandığımızda, görünüşte bağlantısız parçalar birbirine uyuyor. Örneğin, Leonard’ı boş bir şişe tutan bir odada otururken görüyoruz. “Komik, sarhoş hissetmiyorum” diye düşünüyor. Sonraki sahnede Leonard’ın şişeyi silah olarak kullandığını öğreniyoruz. Sahne, tarihsel bağlam olmadan şimdiki anların bile anlamlı olarak deneyimlenemeyeceğine işaret ediyor.
Christopher Nolan doğrusal olmayan bu kurguda izleyiciyi hafıza sorunları yaşayan ana karakterin koltuğuna oturtmaya çalışmıştır. İzleyici olayları ana karakterle eş-zamanlı olarak yaşar ve gelişmeleri onunla birlikte keşfeder. Memento adlı film epistemoloji, varoluşçuluk, metafizik ve zihin felsefesi gibi felsefi akımlar hakkında kurgulanmış en iyi felsefe konulu filmler arasındadır.
7. Waking Life (2001)
Waking Life, Richard Linklater tarafından yazılan ve yönetilen 2001 yapımı; Amerikan, deneysel, yetişkin animasyon filmidir. Film özel bir animasyon türü olan Rotoskop tekniğinde üretilmiş olup gerçekliğin doğası, rüyalar, bilinç, hayatın anlamı, özgür irade, varoluşçuluk gibi geniş bir yelpazede felsefi konuları detaylı olarak işliyor.
Waking Life’da fikirlerin çoğu radikal ve saçma görünse de, çoğu tarih boyunca aktarılan gerçek kavramlara dayanmaktadır. Nietzche’nin Amor Fati’sinden Kierkegaard’ın varoluşçuluğuna, Şaman Lucid Rüya durumlarından Bohm’un Kuantum Fiziğine kadar birçok felsefi konudan bahsetmektedir. Bağımsız yapımları sevenler için Waking Life oldukça doyurucu bir felsefi şölen sunuyor!
8. Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004)
Yönetmenliğini Michel Gondry’nin üstlendiği; senaryosunu Charlie Kaufman ve Pierre Bismuth ile birlikte yazdığı 2004 yapımı Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan), en iyi senaryo akademi ödülünün sahibidir. Filmin başrolünde Jim Carrey ve Kate Winslet yer almaktadır. Filmde Joel Barish ve Clementine Kruczynski adlı çift sorunlu bir ayrılıktan sonra birbirlerine karşı tüm hatalarını, gaflarını ve özellikle birbirlerine çektirdikleri acıları unutmak için anılarını sildirmiştir. Ancak Joel bir süre sonra pişman olur ve Clementine ile olan anılarının silinmesinden kendini alıkoymak için mücadele eder. Film Nietzsche’nin felsefi görüşlerinden yola çıkmaktadır. Hatta bellek silme prosedürlerini gerçekleştiren şirket olan Lacuna Inc.’de resepsiyonist olan Mary (Kirsten Dunst) bir sahnede Nietzsche’den alıntı yapar:
Ne mutlu unutkanlara: çünkü onlar hatalarından bile daha iyi olurlar.
Ayrıca Mary ve Rene Descartes’ın çok ortak noktası var. Mary, Descartes’ın hiperbolik şüphe kavramıyla ve onun hakikat arayışıyla özdeşleşebilir. Çünkü Mary, bir anının bir kişiyi ve onun geleceğini ne kadar etkileyebileceğini göstermek için izleyiciyi metaforik bir tartışmaya davet eder. Örneğin; Dr. Mierzwiak (Tom Wilkinson) ile ilişkisini bilseydi, muhtemelen Lacuna Inc.’de çalışmaya devam etmezdi ve her zaman Dr. Mierzwiak’ın yanında olmazdı. Ya da diğer yandan, belki de sonunda Dr. Mierzwiak ile evlenebilirdi. Her ikisi de hafızası silinmemiş olsaydı neler olabileceğine dair yelpazenin zıt uçlarında yer alıyor, ancak yine de, bu prosedürü yaptırmamış olsaydı, hayatı dramatik bir şekilde farklı olabilirdi.
9. The Fountain (2006)
Usta yönetmen Darren Aronofsky’nin hem yönettiği hem de senaryosunu yazdığı 2006 yapımı Amerikan bilim kurgu drama filmi The Fountain (Kaynak) hikaye örgüsü ve zengin görsel sinematografisiyle dini ve felsefi yönden oldukça etkileyici bir kurguya sahiptir. Film ilk çıktığında birçok olumsuz eleştirinin hedefinde yer almasına karşın filmin değeri daha sonradan anlaşılmıştır.
Aronofsky, filmin prodüksiyon aşamasında Warner Bros.’un bütçe kesintisine gitmesiyle ilk başta Brad Pitt ve Cate Blanchett için düşünülen karakterler daha sonradan Hugh Jackman ve Rachel Weisz ile değiştirilerek oldukça zor şartlarda çekilebilmiştir. Filmin atmosferik müziklerini ise Aronofsky’nin baş yapıtı olan Requiem for a Dream’in de müziklerini yapan Clint Mansel bestelemiştir.
The Fountain, ebedi yaşam arayışı ve ölümsüzlüğü irdeleyen dini ve ve felsefi bir temaya sahiptir. Farklı zaman dilimlerinde üç hikayenin yer aldığı film, doğrusal olmayan bir sırada işlenmektedir. Filmin ilk hikayesinde bir bilim insanı olan Tommy Creo (Hugh Jackman), ölmek üzere olan kanser hastası eşi Izzi’yi (Rachel Weisz) kurtarabilmek için -tabiri caizse- ölümsüzlüğü aramaya koyulur. Izzi ise Maya Medeniyeti dönemlerinde geçen tarihi bir hikaye yazmaktadır. Ancak hastalığı nedeniyle hikayeyi bitiremeyecektir. Haliyle Tommy’den hikayeyi bitirmesini ister.
Filmde üç farklı hikaye anlatılmaktadır. Ancak bu hikayelerden birisi Izzi ve Tommy’nin hikayesi ile birlikte Izzi’nin yazdığı ve Hayat Ağacı temalı hikayeyi kapsar. Sonuncu hikaye 26. Yüzyıl’da geçmektedir ve hikaye bir uzay gezgini olan Tom’un içsel hesaplaşmasını ele almaktadır.
Film de Kabbala, Budizm ve ebedi yaşam arayışı gibi konular hakimdir. Felsefi metaforlarla süslenen film, felsefe temalı bilim kurgu filmi sevenler için oldukça zengin bir içeriğe sahiptir.
10. Mother! (2017)
Amerikalı film yönetmeni ve senarist Darren Aronofsky tarafından yazılıp yönetilen Mother! filmi başından sonuna kadar şairane bir üslupla kurgulanmış, tek mekanda geçen psikolojik korku-gerilim filmidir. Film adeta bir yaşam simülasyonudur. Felsefi anlamda birçok konuyu irdeler, sembolizm unsurları Mother!’da adeta doruğa ulaşmıştır.
Sinemanın karanlık büyücüsü Aronofsky’nin şimdiye kadar izleyebileceğiniz en tuhaf filmlerinden biri olan Mother!, izleyenleri adeta bir ikileme sürükleyebilecek cinstendir. Nitekim izleyenler; bir alt metne sahip olmadığını iddia edenler ile aslında alt metinden ziyade tüm anlamın sadece bakmasını bilenler için yüzeyde olduğunu iddia edenler olarak ikiye ayrılır. Dolayısıyla hem bir ilişkiye odaklanıp hem de dünya hakkında bir alegori sunar.
Film her iki ihtimalde de doğru tezler içermektedir. Ancak İçeriğin tamamen yaratılış, insanlık, din, zaman ve kaosun kaçınılmaz sonuna odaklandığı söylenemez. Film, izleyenlere başlangıcın ve sonun iki saatlik bir simülasyonunu; metaforik düzlemde, vahşi bir perspektifini sunuyor iken aynı zamanda anne olmanın ne anlama geldiğine (dünyanın en ironik ünlem işaretiyle birlikte) değiniyor. Felsefi olarak din felsefesi, varlık felsefesi ve bilim felsefesi gibi felsefenin alt dallarından beslenen Mother! filmi, izleyenlerin yeni bir anlam çıkarmak için tekrardan izleyebileceği, akıllara zarar bir film deneyimidir. Bununla birlikte felsefe temalı en iyi filmler listemizde “herkes için bir şeyler içeren” psikolojik bir gerilim filmi olma özelliği taşımaktadır.
11. Her (2013)
Günümüzde tüm insanlar akıllı telefonlarıyla konuşuyor ve en çok telefonlarıyla vakit geçiriyor. Peki bu cihazlar özgürce düşünebilir, hissedebilir, sevebilir ve aynı zamanda yanıt verebilirse? İşte Spike Jonze’nin tartışmalı aşk filmi Her bu soruyu araştırıyor.
Özellikle teknoloji hala yapay zekayı bir noktaya kadar desteklemiyorken, tüm bilgilerinize erişebilen bir işletim sistemine aşık olan bir kişi çılgınca görünüyor! Ancak felsefi açıdan bakınca bu işin ne kadar mümkün olabileceği sorusunu da soruyor. Akademi ödüllü Joaquin Phoenix ve Scarlett Johansson’un başrolünde yer aldığı film, izleyenlere hem romantik bir hikaye hem de bilimkurgu unsurlarını tek karede gösteren oldukça cesur ve garip anların yer aldığı tuhaf bir deneyim yaşatıyor.
12. Dark City (1998)
Avustralyalı film yönetmeni Alexander Proyas tarafından yönetilen ve Lem Dobbs ile David S. Goyer’in kaleminden çıkan distopik bir bilim kurgu filmi olan Dark City, Kimlik ve hafızanın nasıl bağlantılı olduğu fikrini araştıran ve zamanla kültleşmiş bir filmdir. Filmin başrollerinde Rufus Sewell ve Jennifer Connelly yer almaktadır. Nolan’ın Memento filmini anımsatan Dark City’nin ilk sekansı; alnında biraz kanla bir otel odasının küvetinde uyanan, o odaya nasıl ve neden geldiğine dair hiçbir hafızası olmayan bir adam ile başlar. Çok geçmeden, bulunduğu otel odasında yatağın yanında öldürülmüş bir kadın cesedi olduğunu keşfeder. Yerde cansız bir şekilde yatarken göğsüne oyulmuş bazı işaretleri de gören adam belli belirsiz kendi adının Murdock olduğunu ve eşi Emma’yı anımsamaktadır. Aynı zamanda eşini öldürdüğü fikrine de kapılan Murdock, karanlık, neo-noir bir şehirde hem polisle dalaşacak hem de olayların ardındaki sır perdesini aralayacaktır.
Rene Descartes’in anılar ve hayal kavramını irdelediği kuramlarını sorgulayan Dark City, gerçeklik kavramı baştan sona sorgulanıyor. Ayrıca Psikanalist Jacques Lacan’ın gerçeklik ve onu inceleme yeteneğimize değindiği yöntemlerini irdeleyen olay örgüsüyle izleyiciye felsefeyi yeniden tanımlıyor!
13. Mr. Nobody (2009)
Belçikalı yönetmen Jaco Van Dormael’in 2009 yapımı bilim kurgu filmi Mr. Nobody her şeyden önce, seçimin doğası hakkında bir anlatı. Kararlarımızı verirken mutlaka bir ikilemle uğraşırız. Bazen bu sayı onlarca olasılığı içerebilir. Ancak seçimimiz sadece tek bir yolu tercih edebilir. Dolayısıyla tercih etmediğimiz yolun sonuçlarını göremeyiz. Peki ya görebilseydik. Her iki seçimi de tercih edip sonuçlarını idrak edebilseydik? İşte Mr. Nobody’deki kahramanımız Nemo 9 yaşından beri tüm yolları seçip her verdiği kararın sonuçlarını ayrı ayrı yaşayabiliyor. Anne ve babasının boşanmasıyla birlikte hayatı bir ikileme giren Nemo (Jared Leto) her iki ebeveyniyle farklı hayatlar yaşadığı bir paralelliğe geçiş yapar. Nemo bir karar verdikten sonra sonuçlarını görüp ardından geri dönerek farklı bir karar verip o hayatı da deneyimliyor. Olaylar bir noktadan sonra iyice felsefi bir deneyime dönüşürken zamanla bu hayatın anlamsız olduğunu düşünüyor ve yaşamına şans faktörünü dahil ediyor. Tercihlerine dahil ettiği şans ise onu kaçınılmaz sonuna hazırlıyor. Ancak tüm bu olayların anlatıdan ibaret olduğunu öğreniyoruz. Ancak öğrendiğimiz başka bir şeyde nihai olarak kararlarımızın mutlaka anlamla bağlantılı olmadığıdır. Seçimlerinizi nasıl yaparsanız yapın, yine de anlamlı bir hayat yaşayabileceğinizi bilerek kararlarınızda özgür davranın!
14. The Turin Horse (2011)
Macar yönetmen Béla Tarr’ın son filmi olma özelliğini taşıyan The Turin Horse (Torino Atı) yaşanmış elim bir olayı temeline alıyor. 1889 yılında Torino’da Friedrich Nietzsche çarşıda gezerken bir at arabası şoförünün ihtiyar atını kırbaçladığına tanık olur. Bu olay onu içten o kadar çok etkilemiştir ki bir an koşarak ata sarılıp ağlamaya başlar. Henüz birkaç dakika geçmemiştir ve Nietzsche bir anda yere yığılır. Böylece 1900’de ölümüyle sonuçlanan felce yakalanır. Nietzsche bir on yıl daha yaşamıştır. Peki ya at? İşte The Turin Horse izleyenlere bu öykünün muhtemel sonunu kasvetli ve içler acısı bir dille anlatıyor.
Bir ayağı çukurda olan at arabası sürücüsü yaşlı Ohlsdorfer ve kızının hikayesini dile getiren film, melankoli ve kasvetin vukuu bulduğu bir atmosferde yaşam mücadelesini konu alıyor. Film Macaristan’ın düzlüklerinde çekilmiş ve adeta kıyametin süregeldiği bir bölgede geçiyor. Béla Tarr’ın “son filmim” dediği The Turin Horse varlığın ağırlığını sorguladığı minimalist bir çerçeveyi işaret ediyor!
15. Far from Men (2014)
Albert Camus’un The Guest adlı novellasından uyarlanan Far from Men (Loin des Hommes), Fransız yönetmen David Oelhoffen tarafından 2014’te çekilmiştir. Filmin başrolünde Viggo Mortensen (Daru) ve Reda Kateb (Muhammed) yer almaktadır. Fransız sömürgesi Cezayir’de geçen hikaye, çöl atmosferinde iki adamın anlamsız şiddete karşı direnişini gözler önüne seriyor. Filmi daha ilginç kılan ise müziklerini Nick Cave ve Warren Ellis’in bestelemiş olması. Ayrıca tuhaf bir şekilde sadece erkeklerin yer aldığı bir film deneyimi yaşatıyor. Ancak Oelhoffen karakterler arasında geçen açıklayıcı diyaloglarla anlatının felsefi temelini yeterli seviyede oluşturmuş ve bu nedenle Daru ve Muhammed’in farklı ahlaki düşünceler ile gerçekleştirdiği iletişimini temeline alıyor. Dolayısıyla Camus’nun anlamsız bir varoluşa karşı mücadele ideolojisini minimalist bir bakış açısıyla inceleyecek olsak da diyaloglar ve alt metnin ağır hissiyatı filmin son dakikasına kadar izleyenleri derinden etkileyecek!
16. V for Vendetta (2005)
Yönetmenliğini James McTeigue’nin yaptığı ve Matrix film serisiyle tanınan Lana ve Lilly Wachowski’nin senaryosunu yazdığı V for Vendetta, Alan Moore’un aynı adlı çizgi romanından uyarlanmış bir anti-kahraman hikayesidir. V adlı maskeli bir karakterin çevresinde gelişen olayları konu alan V for Vendetta, anarşizm ideolojisinin kapitalizme karşı mücadelesini işlediği hikaye örgüsüyle bir filmden beklenilenin ötesinde fikirler aşılıyor. Özellikle V karakterinin maskesi bir grup yönetim karşıtı İngiliz Katolik tarafından, İngiltere Kralı I. James ve diğer aristokratları öldürmek için 5 Kasım 1605’te düzenlenen Barut komplosu olayının lideri Guy Fawkes’tan esinlenilmiştir. Film daha çok siyaset felsefesiyle ilgilidir. Aksiyon ve macera filmi sevenlerin mutlaka izlemesi gereken filmler arasındadır.
17. The Man from Earth (2007)
Zeitgeist: The Movie filmine benzer niteliklere sahip 2007 yapımı The Man from Earth, Hollywood’un bol CGI efektli filmlerinden sıkılanlar için birebir! Aynı zamanda tek mekanlı filmlere de örnek oluşturan Dünyalı Adam, John adlı bir tarih profesörünün inanılmaz öyküsüne odaklanıyor. Yaşamını üniversitede tarih profesörü olarak kazanan John, insanlığın başlangıcından beri var. Evet yanlış duymadınız! Filmde anlatılanlara göre John bir ölümsüz. Asla yaşlanmadığı ve hasta olmadığı için de sürekli bulunduğu üniversiteyi değiştirmeye karar veren John, akademik kariyerini bir çırpıda silmeye ve yeni bir kimlikle yeni bir hayata adım atmaya hazır. Ancak bu durumdan pek de memnun olmayan üniversitedeki meslektaşları, bu plansız ayrılıktan önce gizemli tarih profesörü John ile entelektüel bir gece geçireceklerdir. John’a ilk başta inanmayan meslektaşları anlattığı olaylarla adeta etkilenir.
Senaryosunu Jerome Bixby’nin yazdığı ve Richard Schenkman tarafından yönetilen The Man from Earth filmi baştan sona diyalogları ve anlatı tekniğiyle izleyenlere bilgi ve felsefe dolu bir film deneyimi sunuyor.
18. Inside Out (2015)
Modern bir klasik olan ve Pixar Animasyon Stüdyosu’nun yarattığı animasyon filmi Inside Out, 11 yaşındaki buz hokeyi fanatiği Riley’nin hikayesini anlatıyor. Riley ergenlik buhranının daha ilk zamanlarıyla henüz tanışırken duygularının düzensiz değişimi karşısında oldukça şaşkın! Ancak bu duygudurum değişikliğinin tuhaf serzenişine Riley’nin zihninden tanık oluyoruz. Burada antropomorfik duygular; Sevinç, Üzüntü, Korku, İğrenme ve Öfke’nin kişileştirilmiş halleriyle tanışıyoruz ve bu süreçte Riley’nin zihninde neler olup bittiğini keşfederken akabinde duyguların Riley’nin fikirlerini ve eylemlerini nasıl yönlendirdiğine tanık oluyoruz.
Filmde aksilikler Sevinç ve Hüzün’ün, Riley’nin uzun süreli belleğinin labirentinde kaybolmasıyla başlıyor. Bu süreçte Riley’nin zihninin yönlendirilmesi ise mecburen İğrenme ve Öfke’ye kalınca Riley’nin oldukça kötü tecrübeler yaşamasına neden oluyor. Takım çalışmasının gerekliliğine değinen Pixar filmi Inside Out, zihin felsefesi hakkında tüm yaş grupları için faydalı dersler veriyor.
19. Ex Machina (2014)
Alex Garland’ın ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesi olan Ex Machina, insan ve kadın kimliğini neyin oluşturduğuna ve bu iki kavramın her zaman örtüşmesi gerekip gerekmediğine dair felsefi bir bilim kurgu deneyimi sunuyor. Mary Shelley’nin Frankenstein adlı romanından esinlenen Ex Machina’nın başrollerinde Alicia Vikander , Domhnall Gleeson ve Oscar Isaac yer alıyor.
Bluebook adlı dijital medya şirketinde yazılımcı olarak çalışan Caleb, şirketin münzevi CEO’su Nathan ile bir hafta geçirmek ve yarattığı testi uygulamak için adeta bir araştırma tesisine benzeyen evine konuk olur. Üst düzey güvenliğe sahip binada bu denli gizliliğe anlam veremez ancak daha sonra çok gizli bir deneyin parçası olduğunu öğrenir.
20. Gattaca (1997)
Son yirmi yılın en heyecan verici filmlerinden biri olan Gattaca, Andrew Niccol’ün yarattığı ve öjeni kavramını idealize eden bir bilim kurgu filmidir. Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sına benzer niteliklere sahip filmde 21. yüzyılda teknolojinin genetik mühendisliği konusundaki gelişimi hem zihnen hem de fizyolojik olarak mükemmel insan yaratma girişimlerinin fitilini ateşlemiştir. Yapay yollarla yaratılan süper insan ırkı sayesinde endüstriyel gelişim daha da hızlanmıştır. Ancak normal yollarla doğan insanlar da bu topluluğun bir parçası olduğundan hayat onlar için adeta bir kabusa döner. Çünkü süper insan ırkı her daim ön plana çıktığından normal insanlar iş bulamaz ve toplumdan dışlanırlar. Çünkü hayatın her aşamasında DNAların kimlik görevini üstlendiği bu dönemde, kan, saç ve idrar gibi insandan direkt olarak alınmış maddeler belirli makinelere konularak, insanların hayatın çeşitli konumlarındaki geçerliliği ölçülmektedir. Haliyle süper insan ırkı normallerden daha çok tercih edilmektedir.
Hikayenin baş kahramanı ve doğuştan kalp rahatsızlığı olan Vincent, genetik kusuru yüzünden geçersiz DNA kategorisinde yer almaktadır. Fakat gözü yükseklerde olan Vincent bir astronot olmayı hayal etmektedir. Bununla birlikte kusursuz bir DNA’ya sahip olan sporcu Jerome Morrow’un elim bir kaza sonucu felç kalmasıyla Morrow’un kimliğine bürünen Vincent hayallerini gerçekleştirmek için Gattaca adlı uzay programına dahil olur. İnce eleyip sık dokuduğu kariyerini tehlikeye atmamak için birçok zorlukla baş etmek zorunda kalan Vincent, uzay programının direktörünün faili meçhul bir cinayete kurban gitmesinin ardından daha da zora girer. Hatta olayı araştıran dedektifin de tüm dikkatlerini üzerine çekmeyi başarır.
Başrollerinde Ethan Hawke, Uma Thurman ve Jude Law’ın yer aldığı fütüristik film, gösterişli bilim kurgu unsurlarından arınmış ve tekniğe odaklanmış bir kurgu olması yönüyle felsefi olarak oldukça etkili sekanslara sahiptir. Film daha çok öjeni konusuna ışık tutmakta ve insan özgürlüğünün en sert eleştirilerinden birine dikkat çekmektedir.
21. Thank You for Smoking (2006)
Thank You for Smoking, Christopher Buckley’in 1994 yılında yazdığı aynı adlı hiciv romanına dayanan ve Jason Reitman tarafından yazılıp yönetilen alaycı bir propaganda filmidir. Film adından da anlaşılacağı üzere sigarayla ilgilidir. Filmin başrolünde Aaron Eckhart yer almaktadır. Big Tobacco adlı küresel bir tütün şirketinin baş sözcüsü olan ve hayatını sigarayı özendirmek ve sigara üreticilerinin haklarını savunarak kazanan Nick Naylor’ın sigara karşıtlarına karşı gururlu(!) mücadelesini konu alan film fantastik hicivden oluşuyor ve filmle ilgili en iyi şey, sert gerçeklerle mizahın harika bir karışımına sahip olması.
Alaycı bir üsluba sahip olan Thank You for Smoking filmi güçlü tezleriyle sigara karşıtlarının hem düsturunu bozuyor hem de tek sorunun sigara olmadığının altını çiziyor. Filmin başka bir özelliği ise Protagonist ve Antagonist çatışmasını çarpık bir bakış açısıyla ele alması. Diyaloglardaki anlam zenginliği ise senaryonun adeta ince elenip sık dokunduğunun bir göstergesi. Ayrıca klasik ve zarif bir hiciv niteliği taşıyan film felsefe temalı filmler kategorisinde tartışmalı bir konumda olsa da mutlaka izlemeniz gereken filmlerdendir.
22. Donnie Darko (2001)
26 Ekim 2001’de vizyona giren Donnie Darko, bilim kurgu dünyasını derinden değiştiren bir kurguya imza attı. Gelecek nesil için adeta sinemayı yeniden tanımlayan film, zaman yolculuğu felsefesini incelikleriyle anlatıyor. Richard Kelly’nin yazıp yönettiği filmin başrollerinde Jake Gyllenhaal, Drew Barrymore, Patrick Swayze yer alıyor.
Filmin açılış sahnesi bir dağ sırtında Donnie’nin uyanmasıyla başlıyor. Bu sahneden Donnie’nin uyurgezerlik semptomları gösterdiğini öğreniyoruz. Ancak bir gün sonra bir golf sahasında uyanmasıyla işler tuhaflaşıyor. Eve döndüğünde bir jet motorunun evinin çatısını delip evi yıktığını görüyoruz. Bununla birlikte Frank adında korkunç bir tavşan kıyafeti giymiş gizemli bir genç Donnie’ye hayal ve gerçeklik arasında dünyanın 28 gün, 6 saat, 42 dakika ve 12 saniye sonra sona ereceğini söylüyor. Bu vizyonları bir süre devam edince Donnie sevdiklerini kurtarmak ve kıyameti önlemek için zaman yolculuğu hakkında çeşitli araştırmalar yapmaya başlıyor.
İzleyicileri paradokslara yönlendiren film, analiz etmesi oldukça zor bir hikaye örgüsüne sahip. Bu durum filmin kararsız ontolojisinden ileri gelir. Dolayısıyla Donnie Darko bir rüya mı, bir halüsinasyon mu, gerçeklik mi yoksa birden çok evren arasında geçen bir fenomen mi? gibi sorularının hep askıda kaldığı tuhaf bir bilim kurgu deneyimi yaşatıyor. Filmin bu çarpık doğası nedeniyle birçok eleştirmen tarafından eleştirilmiş, Bizzat Richard Kelly tarafından 200 sayfalık Donnie Darko Rehberi yayınlanmıştır. Film bilimsel anlamda birçok felsefi akıma referans veriyor. Bu akımlar ahlak felsefesi, varoluşçu psikanaliz ve fenomenoloji kuramlarıdır. Filmde felsefeye ek olarak bilim kurgu ve psikozun yanı sıra rüya fikrini irdeleyen sanatsal bir alt metin de var.
23. Enter the Void (2009)
Aykırı filmlerin yönetmeni Gaspar Noé’dan baş döndürücü ve rahatsız edici bir film daha! Ancak bu rahatsızlık, deneyimin bir parçası! Nitekim olaylara başrol oyuncunun bakış açısıyla bakmanın verdiği o huzursuz ve güçsüzlük hissiyatı, izleyenleri derinden etkileyen özelliklerinden sadece bir tanesi. Film baştan sona uzun soluklu sahnelerin etkileyici atmosferiyle olay örgüsüne çekiyor izleyiciyi ve en beklemediği anda vuruyor. Bu akıllara durgunluk veren sinematografi tam anlamıyla Gaspar Noé’nun önceki ve sonraki filmlerinin temelini oluşturuyor. Henüz Gaspar Noé yapımı bir film izlemediyseniz ve ilk film olarak Enter the Void’u izlemeyi düşünüyorsanız Gaspar Noé sinemasına iyi bir başlangıç yapıyor olacaksınız. Film psychedelic ve doğrusal olmayan bir düzlemde gelişiyor.
Enter the Void çekim teknikleri açısından biraz 2001: A Space Odyssey’i andırıyor olsa da teknik açıdan birbirinden oldukça farklı konumdalar. Film konu itibariyle ölüm ve reenkarnasyonla ilgili. Ancak uyuşturucu ve cinsellikte temayı yoğun bir şekilde etkiliyor. Film felsefi olarak Fransız filozof Gilles Deleuze tarafından ortaya atılan bir terim olan Rhizome adlı bir postmodern teoriyi yansıtıyor. Ayrıca filmin çoğu sahnesi epileptik nöbetleri tetikleyebilecek ani ışık değişimleri içeren sekanslarla dolu. Bu nedenle epilepsi şikayeti olanların izlememesini öneriyoruz.
24. Contact (1997)
Carl Sagan’ın aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarlanan 1997 yapımı bir bilimkurgu filmi olan Contact, usta yönetmen Robert Zemeckis’in yönetmenliğini üstlendiği en felsefi filmler arasında yer almaktadır. Dünya dışı yaşamın varlığının tartışıldığı film, bilim kurgu da temas kuran uzaylı furyasının anlatıldığı en iddialı yapımların başında gelmektedir. Din ve felsefe arasındaki o ince çizgiyi cüretkar bir biçimde aşan Contact, bilimsel perspektifte eğer bir uzaylı ırkı varsa insan ahlaki yapısının nasıl sarsılabileceğinin somut bir örneği! Yine de sıradan bir Hollywood bilim kurgusu bekleyenlerin hayal kırıklığına uğrayacağı ancak görsellikten çok alt metne odaklananların hikayenin dramatik ağırlığını hissedecekleri bir başyapıt olduğunun altını çizmek gerekiyor.
25. A Clockwork Orange (1971)
1959 yılında Anthony Burgess’a ameliyat edilemez bir beyin tümörü tanısı kondu ve bir yıldan az ömür biçildi. İlk karısı Lynne’in geçimini sağlamaya kararlı olan Burgess 12 ay içinde beş buçuk roman yazdıktan sonra teşhisin yanlış olduğu anlaşıldı. Ne var ki artık tanınan bir yazar olmuştu. 50’den fazla roman ve kitap yazdı. Bu kitaplardan biri de 1962 yılında yazdığı A Clockwork Orange adlı bilim kurgu eseriydi. 1971 yılında belki de tüm zamanların en iyi yönetmeni olabilecek usta yönetmen Stanley Kubrick tarafından beyaz perdeye uyarlandı. Filmin konusu; Britanya’da endüstri sonrası distopik bir şehirdeki, ahlaki değerlerin birbirine karıştığı, iyi ve kötünün ayırt edilemez hale geldiği bir toplumda, gençlerden oluşan bir çetenin insanlara uyguladıkları yersiz şiddeti ve bir holigan olan Alex üzerinden insan doğası ve toplumsal değerlerin çatışmasını temeline alır.
A Clockwork Orange filmi, insan doğasında iyinin yanı sıra kötünün de varlığını sürdürdüğü, hem bireysel özgürlüğün hem de devlet kontrolünün değerlerini ve tehlikelerini tartmaya ve düzen için ne kadar özgürlükten ve özgürlük için düzenden ne kadar vazgeçmeye hazır olduğumuzu düşünmeye zorluyor.
Ayrıca Stanley Kubrick’in şiddeti ve sanatı sunma biçimi filmlerinin doğasını yansıtan en önemli özelliklerden biridir. Dolayısıyla A Clockwork Orange Kubrick’in dehasıyla zirveye ulaşıyor! Bununla birlikte, filmin sanatsal unsurlarının bir sonucu olarak yaşadığımız kopukluk, kendimizi şiddetten uzaklaştırma yeteneğimiz üzerinde daha derinden düşünmemizi de sağlayabilir.
26. Goodbye To Language (2014)
Fransız yönetmen Jean-Luc Godard’ın hiçbir estetik kaygı gütmeden çektiği film Goodbye To Language deneysel bir filmdir. Ancak filmin en önemli özelliği bir filmden öte makale olma niteliği taşımasıdır. Godard’ın “Goodbye to Language” (“Adieu au Langage”) adlı 70 dakikalık 3 boyutlu görsel bir ziyafet sunan filmi, kariyerinin son kartviziti olan biçimsel ve felsefi bir yaramazlık sergiliyor. Godard’ın dolaylı olarak anlattığı fikirlerine yönelik olan film doğrusal olmayan bir canlandırmadan ibaret ancak diyalogların muntazamlığı ise Godard’ın zihninde bir gezi yapmak isteyenler için izleyiciye açık kapı bırakıyor. Hatta felsefe için harika bir tanım da sunuyor:
Felsefe bir varlıktır. Varlığının sorusunun varlığının kalbi olan bir varlık. Çünkü o kendini başka varlıkların yerine koyar.
Şaşırtıcı ve güzel çiçekler, tekneler, sokaklar, çıplak vücutlar, Godard’ın kendi köpeği, melez bir sahne hırsızı olan bir dizi parlak renkli ve akıldan çıkmayacak şekilde çağrıştıran bir dizi resme karşı sıralanmış bir müzikal ve edebi parça telaşına sahip film “Godard ne çekse izlerim!” topluluğu tarafından mutlaka izlenmesi gerekiyor! Film, “Doğa” ve “Metafor” başlıklarıyla bölümlere ayrılmış olup, insan düşüncesinin temeli olan, karşılaştığımız dünya ile onun fenomenlerine verdiğimiz adlar arasındaki temel ayrımı dile getiren felsefi bir deneme içeriyor. Ayrıca siyaset felsefesi, varlık felsefesi gibi felsefenin temel sorunlarına karşı tartışmalı cevaplar üreten lineer olmayan tuhaf bir deneyim yaşatıyor.
27. God on Trial (2008)
God on Trial, İkinci Dünya Savaşı sırasında Auschwitz toplama kapında yaşanan bir dizi olayı konu alan felsefi bir eserdir. Yönetmenliğini Andy De Emmony yapmış ve senaryosunu Frank Cottrell–Boyce yazmıştır. Filmde toplama kampında işkence gören, zorla çalıştırılan ve öldürülen Yahudi esirlerin tanrıyı sorguladığı bir mahkeme kurmasıyla yaşanan felsefi savunma esas alınmıştır. Filmde bir mahkum savcı rolünü üstlenirken diğer mahkumlar ise tanrıyı savunmaya çalışır. Mahkeme bir Yahudi mahkemesidir. Bu durumda Tevrat esas alınmalıdır. Ancak Tevrat hakkında hiçbir şey bilmediğini ancak nasıl dava açılacağını bildiğini söyleyen hukuk profesörü Baumgarten davayı oluşturur. Tanrı’nın Yahudi halkıyla olan sözleşmesini Masada da, Avrupa’daki zulümler yoluyla ve şimdi de Auschwitz’de ihlal ettiği ileri sürülmektedir. God on Trial’de şimdiye kadar izleyebileceğiniz en çekişmeli ilahi yargılamaya şahit olacaksınız.
28. Rashomon (1950)
Tüm zamanların en büyük on sinema yönetmeninden biri olan Japon film yapımcısı Akira Kurosawa’nın Japon kısa hikâyesinin babası olarak anılan Ryūnosuke Akutagawa’nın 1915 tarihinde yazdığı Rashomon ve Korulukta adlı iki kısa hikâyesinden uyarladığı filmi Rashomon namlı bir haydutun hikayesini konu almıştır. Filmde biri oduncu, diğeri avam, sonuncusu da Budist rahibi olan üç melankolik adam bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan kaçarak harabe bir kapının altına sığınır. Adamlar vakit geçirmek için Tajômaru adlı bir haydutun geçmişte yaşadığı bir olayı konuşmaya başlar. Olay şu şekilde özetlenebilir; 12. yüzyıl Japonyasında karısıyla birlikte ormandan geçmekte olan bir samuray, bir haydutun saldırısına uğrar ve öldürülür, karısı ise tecavüze uğrar. Haydut yakalanır ancak onun ifadesi ile kadınınki taban tabana zıttır. Olayı çözmesi için devreye giren bir medyumun vasıtasıyla ölen samuray da yine tamamen farklı bir hikâye anlatır. Cesedi bulan oduncunun ifadesi ise hiçbirisininkine uymaz.
Akira Kurosawa’nın muhteşem yorumuyla Rashomon insan zaaflarını ve yalan söylemenin haklı gerekçesini yansıtan en iyi felsefi filmdir. Hatta felsefi literatürde buna Rashomon Etkisi de denir.
29. Minority Report (2002)
Steven Spielberg’in Philip K. Dick’in kısa hikâyesinden aynı adla senaryolaştırdığı bilim kurgu filmi olan Minority Report özgür irade felsefesini konu alan bir filmdir. Başrollerinde Tom Cruise, Samantha Morton, Colin Farrel yer almaktadır. Filmin anlatısı determinizm tezine dayanıyor: tüm olaylar nedensel olarak geçmiş olaylar tarafından belirleniyor. Sözde suçlular, sadece sonuçlarla uğraşmak yerine, suçlarının oluşmasını önlemek için tutuklanır. Bu, gerçek insanların eylemlerinde ne kadar özgür olduklarını, suça ve cezaya nasıl yaklaşmamız gerektiğini, insanların eylemlerine ne kadar ahlaki sorumluluk atfetmemiz gerektiğini sormamızı sağlar.
30. Cloud Atlas (2012)
Lana Wachowski, Lilly Wachowski ve Tom Tykwer’in ortaklaşa yönettiği Cloud Atlas, David Mitchell’in 2004 yılında yayımladığı aynı adlı romandan uyarlanmıştır. 6 farklı hikayenin anlatıldığı film, hem bir bütün olarak hem de ayrı bölümleriyle, insanın varoluşu sorgulamaya ilk başladığı andan itibaren filozofları aynı anda rahatsız eden ve büyüleyen daimi felsefi meselelerden bazılarını ele alıyor. Film öncelikle insanlığın metafizik yönüne ve her şeyin birbirine bağlılığına odaklanır ve gerçekliğin bu tasviri aracılığıyla epistemoloji, teoloji ve ahlak gibi soru kavramlarını ele alır. Felsefi yönden varlık felsefesini ve metafiziği temeline alan film, anlatı zenginliği ve hikaye derinliğiyle izleyenlere keyifli bir bilim kurgu deneyimi yaşatıyor.